19 Şubat 2014 Çarşamba

Tekinsiz Kitap – Jeremy Dyson




Merhaba sevgili dostlarım.

Yine üşengeçlikten arta kalmış bir zaman dilimini sizlerle paylaşma kararı almış olmanın haklı gururu içindeyim.

Bugün çıkınımızda Jeremy Dyson’ın kaleme aldığı Tekinsiz Kitap var. Yazarımız J. Dyson, bu kitabı ansızın tanıştığı Aiden Fox isimli bir gazeteci sayesinde kaleme almış.  Nasıl mı? Gerçek olmasına rağmen gizem örtüsüyle üzeri kapanmış tekinsiz olayları Dyson’a ileten Fox, onun ilgisini çekmeyi başarmış ve Dyson, tekinsiz olayların geçtiği yerlere bizzat giderek hikayeleri araştırmış ve ardından okuyucuya olduğu gibi aktarmaya karar vermiş.

“Pat!” diye konuya girdiğimi daha yeni fark ediyorum sevgili dostlar. Biriniz de uyarmadı ki “Önce kitabın hangi yayınevinden çıktığını, kaç sayfa olduğunu falan bi söyleseydin Temur!” diye.

Tekinsiz Kitap, Bkz. Yayıncılık künyesi altında bulunan Domingo’dan yayınlanmış efendim. Elimdeki baskı Haziran 2013 yılına ait.

Sayfa numarası hakkında sizi yanıltmak istemiyorum; çünkü kitabın içinde birkaç kitap birden var. Bazı bölümler komple o kitaplardan konulduğu için sayfa numaralandırma da sekteye uğramış. Ama forma hesabıyla 17 – 18 forma aralığında olması gerek. Gördüğünüz gibi o kadar üşengecim ki tahminle durumu kotarmaya çalışıyorum. Allah’tan, böyle kusurları ağzıma burnuma vuracak yapıda değil dostlarım.

Kitap, adının yanında kapağıyla da ilgimi çekti aslına bakarsanız. Kitap kapaklarına hâlâ kanmayı başarabilen ender insanlar sınıfına girer miyim bilemiyorum. Belki de ender değiliz de çoğunluğuzdur. (Aman Allah’ım, yine çok konuşuyorum!)

Kapak, sade olduğu kadar zarif bir illustral çerçeveyle çevrelenmiş. Krem rengi zemininin tam ortasında çok sevdiğim “Karga” figürü var. Karganın o kasvetli havasına oldum olası hayranımdır. Edebiyatta genel olarak “çürümüşlük” ve “yalnızlığı” simgeleyen karga, bu kitabın kapağına bir şah edasıyla kurulunca merakım iyice arttı. Kitabın künyesinde kapak tasarımının Ayşe Nur Ataysoy’a ait olduğu yazıyor. Burdan ona ve kitabı çeviren Algan Sezgintüredi’ye sonsuz teşekkürlerimi sunmayı da borç sayıyorum.

Kitabımıza geri dönelim. Tekinsiz Kitap, birbirinden bağımsız, esrarengiz olayların ele alındığı bir kitap. Bu olayların ne kadarı doğru, ne kadarı kurmaca bilmiyorum. Etkileyip etkilemediğine gelince, eh, onu da yazının sonunda söyleyeyim di’ mi?

Kitaptaki yolculuğumuza “Şan Eli” alt başlıklı bir sunuş yazısıyla başlıyoruz. Bu sayfada gözüme batan bir nokta var. SUNUŞ yazısının hemen altındaki Şan Eli, yukarıdaki SUNUŞ yazısına oranla 2 punto daha küçük yazılsaymış daha iyi olurmuş. Çirkin bir görünüm sergiliyor. Genel olarak ele alamam; ama konusu korku – gerilim olan bir kitabın görsel tasarımı ve dizgisi gerçekten çok zarif olmalı. Çünkü korku asildir; basitliğe gelmez. Başlığın hemen altında çürümüş bir el illüstrasyonu mevcut.

İsterseniz size “Şan Eli”nin ne olduğundan bahsedeyim. Ben bu elle, eski zamanlardan kalma bir oyun sayesinde tanışmış ve ne anlama geldiğini öğrenmiştim. Ama yazarımız “Şimdi Temur, bi açıklama yapayım derken konuyu eline yüzüne bulaştırır; en iyisi bizzat açıklayayım da okuyanların beyni dumura uğramasın!” demiş sanırım. Açıklamış sağolsun. Yazarımızın kaleminden okuyalım o hâlde, ayıp olmasın:
“İzninizle hiç duymamış olanlara açıklayayım: Şan Eli, asılarak idam edilmiş bir adamın, özellikle bir katilin, gece yarısı, dolunay altında bilekten kesilmiş elidir ve bir okült nesnesidir. Tüm bu şartların öyle kolay sağlanamayacağı düşünülse de nesnenin uygun güçleri elde edebilmesi için bunların yerine getirilmesi elzemdir. Ki söz konusu güçler pek etkileyicidir. Mücrim mevtanın yağından (bakire ağdası ve susam yağıyla karıştırılarak) yapılan mumlar ele yerleştirilip yakıldığında, eli tutan herkes bayılacaktır. Mum, sütle söndürülmediği sürece de bu kişileri kimse ayıltamayacaktır (suyla söndürmenin hiçbir etkisi olmaz). Ayrıca her türlü kilidi açabilmesi, elin hırsızlar nazarında değerini katbekat artırır. Böylesi kudretli bir tılsımı ellerinde bulunduranların canlarının çektiği her şeye el atacakları kesindir. (Elin kurbanlarının kaderleriyle bağlantılı daha irkiltici bir halk inanışına göre bu kurbanlar sabahın ikinci horoz ötüşünde uyanmamışlarsa ölecek ve sırf ölmekle kalmayıp ruhları, hak edip etmediklerine bakılmaksızın cehenneme alınacaktır.)”
Sunuş yazısının bir yerinde yazarımız, arabasına bindiğinde arkasında bir şeyin kendisini takip ettiği hissine kapılmış. İsterseniz o paragraftan küçük bir bölüme de yer vereyim, ne dersiniz? Hadi, hadi vereyim:
“Tabii ki arabada, bagajda gizlenen biri yoktu. Bu his, yırtıcılardan korunmak için karanlık köşelere bakma ihtiyacı duyan mağara adamlarından kalma dürtülerden biriydi sadece. Beni kontrolü altına alamazdı. İrademle marşa basıp yola çıktım. Akla inancım, arabada herhangi bir psikopat, ruh veya hortlak bulunmadığının tek garantisiydi."

Evet, sunuş bölümümüzün ardından tekinsiz merdivenlerden tırmanmaya başlıyoruz. Dyson, yaşanan olayları bize aktarmadan önce olaylar hakkında kendi kişisel yorumlarını ve araştırma esnasında neler yaşayıp hissettiğini okuyucuya aktarıyor. İlk hikâyemiz Neolan’dan Kitson’a başlığını taşıyor. Hikâyemizin kahramanı Greg, haftalık çocuk dergilerinin kapaklarına iliştirilen hediyeleri üreten bir firmada kıdemli bir pazarlamacı olarak işe giriyor ve kendine bir ev kiralıyor. Evdeki garip olayları fark etmesiyle macera başlıyor. Greg’in yaşadığı olaylar beni ürkütmedi; hatta yer yer sıktı. Maalesef, yazarımız kimi bölümlerde beni bir hâyli sıktı. Yine de hikâyede altını çizdiğim satırlar mevcut, sizinle de paylaşayım yeri gelmişken:

“Bugünkü nesil ikramın sınırlanmasının getirdiği heyecanı asla tadamayacaktı.”

“Oysa benzer zevkler artık haftalıktı; herhangi bir Pazar öğleden sonrasından daha özel değillerdi.”

“Cezbetmenin sırrının, muhatap olunan kişiye içtenlikle ilgi göstermekten geçtiğini öğrenmişti.”


Bir diğer hikâyemiz olan Ramon Huld’un Güncesi ise oldukça hoşuma gitti. Bir yat müsabakasında yolunu kaybeden Ramon Huld, başından geçenleri kendi kaleminden aktarıyor tâ ki kaybolana kadar. Cesedi hâlâ bulunamayan talihsiz kahramanımızın yaşadıkları korkunç olmasa da gerçekten tekinsiz bir tat bırakıyor okuyanların dimağında. Altını çizdiğim satırlar bir hâyli var. Hepsini yazmak ciddi anlamda kitaba ihanet olacağından birkaç tanesini yazmam sanırım yeterli olacaktır:
“Çocukken yalnızlık diye bir şey yoktu. Sonradan gelen bir kavramdır yalnızlık. Başka insanları ve başka insanlara yönelik kuruntulu bir ihtiyacı gerektirir. İnsanın çocukken böyle gereksinimleri yoktur.”

“Martı çığlığı bir hayvan sesidir. Anlık ve saftır. Bozulması, yozlaşması mümkün değildir.”

“Nedir bu yolculuğun amacı? Bence bu yolculuğun amacı benzer kafada – “eski” hayat diyebilecekleri bir şeye sahip – bir grup insanın sıfırdan başlaması, bir şeyi geri almalarıyla ilgili.”

“Çevre kadar yalnızlığı da aziz tutuyorum. Ashray’e* ne de güveniyorum! Kendi başına bir varlık ama aynı zamanda benim bir parçam…”
* Ashray, kahramanımızın yatına verdiği isim.

“Saklanıyorum. Saklanıyorum. Saklanıyorum. O şey burada… Arkamda dolandığını duyuyorum. Bunları sırf aklımı dehşetten başka bir şeyle doldurabilmek için yazıyorum. Yalnız değilim… Ve yapayalnızım. (…) Bu köşede saklanacağım hep. Yazacağım. Bir şey olacak.”

Faydalı Bir Tel adını taşıyan üçüncü hikâyemizde Zurau adlı grubun hayatta kalan dört üyesinin uzun yıllar sonra bir araya gelip yeniden bir stüdyo kaydı yapmaya başlaması ve akâbinde gelişen olayları anlatıyor. Hüzünlüydü biraz, en azından her eskiyen şeyler kadar hüzünlü.  Altını çizdiğim satır olmadı lâkin. Ne diyeyim, belki benim kör bir anıma denk gelmiştir.

Dördüncü hikâyemiz olan “Koğuş 416” konu olarak oldukça hoşuma gitti. Bir akıl hastanesinde birkaç günlüğüne gönüllü olarak çalışmaya başlayan iki arkadaştan (ki sonra arkadaştan öte bir hâl alıyorlar) Hal’in başına gelenler oldukça etkileyiciydi. Hikâyenin sonunda “Oğlum Hal, ben olsam senin kadar beklemez, derhâl erkekliğin onda dokuz kuralını uygulardım!” dedim içimden.

Koğuş 416 adlı hikâyenin ardından yeni bir bölüme açılıyor sayfamız. Ve önümüze açılan sayfada kocaman puntolarla “BU KİTAP TEKİNSİZDİR” yazmakta. Yazar olarak H. Den Fawkes görülüyor. Hamlyn / Londra / 1978 baskısı olduğu yazmakta. Böyle bir kitabın varlığı hakkında bir bilgim yok. Ama bir kitap başlığı olarak “Al, beni oku” demenin değişik bir versiyonu “Bu Kitap Tekinsizdir” başlığı.

Kitabın 4. Bölümünden Su Hayaletleri kitaba konulmuş. Bu bölümde suyun rivayetlerdeki yeri gibi bir takım bilgilere değinilmiş ve ardından “Su Kıyısında Bir Karşılaşma” isimli hikâyeye geçilmiş. Doktorumuzun başından geçen olayı okumak büyük ölçüde hoşunuza gidecek. Ah, bir de yazarın gereksiz şeylerin üzerinde çok durması olmasa…  Bunu yazarın, korkunun psikolojisine inme çabası olarak görüyorum. Çok mu iyi niyetliyim ya da kırk yılda bir doğru mu söyledim bilemiyorum. Bi’ ara bizzat yazarın kendisine sorarız.

5. Bölüm “Esrarengiz Kaybolmalar, Açıklanamayan Olaylar” başlığı altında toplanmış birkaç küçük olay ve incelemeden ibaret. Ön bilgi niyetine yazılmış.

Hemen ardından gelen Lunapark isimli hikâye genel olarak çok sıkıcıydı. Hakkında çok fazla bir şey yazmayışımdan anlayacaksınız. (Bakın hakkında başka hiçbir şey yazmadım!)
“Tetherdown Kanalı” ise genel olarak sürükleyici bir hikâyeydi. Hoşuma gitti. İşgücü Hizmetleri Komisyonu’nun birkaç genci bilinmedik bir yer altı geçidine götürüp orda temizlik yaptırmasıyla başlıyor olaylar. Korku filmi seven her izleyici gibi siz de bilirsiniz ki, o gençlerin içinden biri illa rahat durmaz, bulundukları yerin gizemini çözeceğim derken başına olmadık şeyleri getirir. Bu da öyle bir hikâye işte sevgili kitapseverler. Olsun. Biz o arkadaşı bu hâliyle kabul edip bağrımıza basacağız. Dışlamak bize yakışmaz.

“Tetherdown Kanalı”nın ardından bir başka kitap parçasıyla karşılaşıyoruz. Oxford, Hertford College Üyesi, Sir Eden Vachs’a ait olan “Hortlaklar Üzerine Bir Kitap” 1588 ilk basım tarihli (Yanlış yazmış olabilirim; itiraf etmek gerekirse Roma Rakamlarına oldukça Türk’üm). Kitap, “Hortlaklar Üzerine” bir “Önsöz”le başlamış. Ardından “Karanlığın Görünüşleri” ana başlığının altına Birinci Vaka alt başlığı atılmış. Büyük Britanya’nın kuzeyinde bulunan bir kütüphaneye dadanan bir hayalet ve ondan kurtulabilmek için verilen mücadele konu edilmiş. Güzel olmasa da hoş bir tadı vardı. (Cem Yılmazcası: Yakışıklı değil; ama sempatik!)

İkinci Vaka, Ben Rhydding Baladı’ndan bir dörtlükle başlıyor. Bir polisin başından geçen talihsiz olayları ve işlenen seri cinayetler sonrası yaşananları bir solukta okuyacaksınız. Kitapta en beğendiğim hikâye buydu.

İkinci Vaka’nın ardından bir başka iç kapakla karşılaşıyorsunuz. Anlayacağınız bir başka kitap “Merhaba!” diyor size. Bu kitabımız ise Vaiz A. Tennethorex tarafından kaleme alınmış. İsmi ise “Şafakta Görünenler”. Kitabın 5. Bölümü aktarılmış. “Cadılık ve Nekromansi” başlığı altında bir takım veriler paylaşılmış. Benim gibi cadılık tarihiyle ilgilenenler için oldukça ilgi çekici bilgiler sunulmuş. Ardından başlıksız bir öyküye yer verilmiş. Öykü gerçekten yürek titreten cinstendi. Kirpiklerimde azcık gözyaşı kalsaydı, bu öyküye harcayabilirdim belki.

Kitabın sonuna ise kara sayfalara beyaz puntolarla yazılmış ikili diyaloglar damgasını vurmuş. Bu diyaloglar okuyucu ve kitap arasında geçiyor. Okuyucuya ait olan diyaloglar “italik” biçimde yazılmış, kitaba ait olanlar ise normal biçimde. Keşke kitaba ait olan diyalogları “bold” yani kalın biçimde yazsaymış yayınevi. Çünkü ince puntoyla siyah zemin üzerine yazılan yazılarda italikle normal biçim hep birbirine giriyor. Bu da okumada zorluk çıkarıyor. Bunun yanında “olmasa da olurdu” diyebileceğim bir bölümdü.

Evet kitabımızdaki öyküler bu şekilde efendim. Kitap kapağının arkasında Independent’in “Cesaretin varsa aç!” yazısıyla karşılaşıyorsunuz. Artık şundan eminim. Independent, abartma sanatını çok iyi kullanan bir kuruluş. Bir iki kitapta gene aynısını yapmışlardı. Burdan, blog aracılığıyla o editörün gözlerinden öpmeyi de bir vatandaşlık görevi sayıyorum!
Kitapta, birkaç sürükleyici hikâyenin dışında gerilim ögesi neredeyse yok denecek kadar azdı. Pişman mıyım? Elbette değilim. Gene de bir tavsiye istiyorsanız, alıp kütüphanenizin gereksizler bölümüne koyabileceğiniz türden bir kitap.

Bu gece bir hâyli çok konuştum. Ne yazdığımı başa dönüp okumaya üşenecek moda girmeyi hak ettim sanıyorum. O nedenle, sürç-ü lisân etmişsem affeyleyin..
Eh, o hâlde perde insin ve Temur gitsin…

Yıktık perdeyi eyledik viran,
Varıp sahibine haber verelim heman!...

18 Şubat 2014 Salı

1002 Gece Masalları / Yiğit Değer Bengi




Merhaba güzel insanlar.
Uzunca bir zamanın ardından Tembel Temur tekrar karşınızda.
Bu yazımda Metis Yayınları’ndan 2005 yılında çıkmış 1002 Gece Masalları isimli kitaptan bahsedeceğim.

240 sayfalık kitabımız aslında bir seçki. Yiğit Değer Bengi tarafından hazırlanmış bir fantastik öyküler derlemesi. 

Kitabın adı kadar kapağı da oldukça cezbetmişti beni. Çünkü çocukluk dönemimden beri karikatür dergilerini takip eden biri olarak Kenan Yarar’ın çizimlerine hayranım. Hâliyle içimi gıdıklayan bu kitabın kapağında Kenan Yarar’ın çizgilerini görünce alıp okuma şevkim iyice arttı.

Kitabımızın başında Bülent Somay’ın “Sunuş” yazısıyla karşılaşıyoruz. “Fantazi Edebiyatı” ve “Fantastik" kavramını öyle güzel açıklamış ki üstad, diyecek bir şey bulamadım. Meğer iki kavramı ne kadar da birbirine karıştırıyor muşum! Bununla da kalmıyor, Fantazi Edebiyatı’nın tarihini özetle de olsa çok güzel anlatıyor sevgili Bülent Somay.
Hemen ardından, kitabımızı derleyip bizlere sunan Yiğit Değer Bengi’nin “Önsöz”ü ‘Merhaba!” diyor okuyucuya. Edebi tür hakkında benim hoşuma giden bir tespitte bulunmuş. Hazır yeri gelmişken sizlerle de paylaşayım:
“Son yıllarda bu alanda birçok eser verilmiş olmasına rağmen Fantastik, Fantazya, Fantastik Kurgu gibi tanımlar hâlâ tam olarak yerini bulmuş değildir. Ama yazarlar şüphesiz ki eser vermek için türünün tanımlanmasını beklemezler, aslında bunun tam tersi doğrudur.
Fantastiğin bir tür olup olmadığı ya da eğer türse sınırlarının ne olduğu ve nasıl sınıflandırılabileceği sorunları eser veren yazarı yalnızca dolaylı olarak ilgilendirmektedir.”

Şimdi “Edebi Tür” hakkında uzun uzun size bir şeyler yazacak değilim. Kaldı ki basit bir “kitap okuyucusu” olarak da kafama göre bir şeyler yazıp zihninizi bulandırmak hakkım da değil. En iyisi kısa keseyim. Önsöz’de Yiğit Değer Bengi fantastik kavramının  tanımını, tarihteki gelişimini çok güzel bir şekilde aktarmış.
Anlayacağınız kitabımızın “Sunuş” ve “Önsöz” kısmında oldukça bilgiye doyuyoruz, üstelik sıkılmadan.

Önsöz’e güle güle dedikten sonraki sayfada Ursula K. Le Guin’den bir alıntıyla baş başa kalıyoruz:
“Fantazi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz, ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu zaman bu yüzden korkar. Fantazideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduklarını bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar.”

Alıntımızın ardından yolculuğumuzun ilk durağında Barış Müstecaplıoğlu’nun “İksir Ustaları” adlı öyküsüyle karşılaşıyoruz. Yazarlardan tek tek bahsetmeyi isterdim; ama yazı gereğinden fazla uzayacak. İyi ki kitabın sonunda yazarlarla ilgili bilgiler bizlerle paylaşılmış. Herneyse “İksir Ustaları” hoşuma gitti okuduğumda. Bu beni fazlasıyla heyecanlandırdı, kitap hakkındaki beklentilerim iyice arttı. Girişte böyle bir öyküyle başlıyorsak yola kimbilir daha neler çıkacaktı karşımıza.

Lâkin Giovanni Scognamillo, benim bu heyecanıma “DUR!” dedi. Ukalâlık etmek istemem ama yazarımızın “Kâbuslar Mağarası” adlı öyküsü bana zoraki yazılmış hissini verdi. Scognamillo gibi bir üstaddan daha iyisini bekliyordum ne yalan söyleyeyim. Olsun…

Üçüncü öykümüz Nazlı Eray’ın kaleminden çıkmış “Harita” isimli öyküydü ki şu an size anlatmaya çalışırken bile dudaklarım hâlâ gülümsemeyle meşgul oluyor. İki arkadaşın bir haritayla cebelleşmelerini zevkle okudum.

Dördüncü öykümüz Kıyamet Âşıkları, sonunu çok belli eden bir öyküydü. Aradaki şiirler de beni etkilemedi açıkçası.

Kadir Aydemir’in yazdığı “Kara Uyku” isimli beşinci öykümüz gerçekten çok güzeldi. Yalnız öykü bittiğinde sanki yarım kalmışlık hissi verdi bana. Kimbilir belki de bana öyle gelmiştir.

“Oyun” isimli altıncı öykümüz Altay Öktem’e ait. Altay Abi, her zamanki gibi kalemini konuşturmuş. Okurken çok büyük zevk aldım. Eğlenceli olduğu kadar etkileyiciydi de…

Yedinci öykümüz “Ellerinizi Arkanızda Tutunuz” ismini taşıyor. Arzu Çur’a ait. Öykünün başındaki betimlemeler oldukça şiirsel ve etkileyiciydi. Bunun yanı sıra öykünün konusu çok ilgi çekici ve eğlenceliydi üstelik. Yazarımızı gerçekten tebrik ettim.

“Helena” isimli sekizinci öykümüzün yazarı Ferhan Ertürk. İlginç bir öykü olduğu kadar doğurgandı. “Nasıl doğurgan Temur?” diye soran arkadaşlara şöyle söyleyeyim. Öyküde zengin bir alt yapı var aslında. Yazı ve kurguyla ilgilenen insanlara yeni ilhamlar verebilecek bir öykü “Helena”.

Dokuzuncu öykümüz, kitabımızı derleyen Yiğit Değer Bengi’ye ait ve “Son Kahraman” ismini taşıyor. Oldukça hüzünlüydü bana göre.

“Ölümsüz Kağan” isimli onuncu öykümüz Gündüz Öğüt’e ait. Ölümsüzlüğü arayan bir Kağan’ın öyküsü öylesine güzel kaleme alınmış ki bir defa okumak yetmez, yetmez, yetmez. İçinden alıntı yapmayı istediğim öykülerden bir tanesi lâkin, bildiğiniz gibi zaten kısa soluklu olan öykülerden alıntı yapıp konuyu iyice gözlerinize sermek istemiyorum. Hoş, bu yüzden öykülerin içeriğinden  de bahsetmiyorum; ama siz kızmazsınız bana.

Onuncu öykümüzün ardından bir soluklanma molası veriyoruz Edgar Allan Poe’nin bir alıntısıyla. Şöyle diyor Poe:
“Delilik sandığınız şeyin aslında duyularınızın fazla keskinleşmesinden başka bir şey olmadığını söylemedim mi ben size?”
(Poe, bazan öyle şeyler söylüyor ki, gerçekten kıskandığım oluyor ne yalan söyleyeyim.)

On birinci öykümüz Orhan Duru’nun “Kadınlar” isimli öyküsü. İlk paragrafta “Kadınlar olmasa ekonomi durur.” diyen yazarımıza ait öykü bende soru işaretleri bıraktı. Yarımdı, yani ben öyle algıladım; kimbilir…

Ardından İzzet Yaşar’a ait olan on ikinci öykü “Çalışkan Ruhlar” gerçekten yaratıcı ve etkileyiciydi.  Öyküyü okuduktan sonra kitabı bir köşeye koyup, yazarımızı ayakta alkışladım.
On üçüncü Öykü Evren İmre’ye aitti. İsmi Sfenksin Doğuşu. Bir sabah uyandığında harflerini tek tek kaybeden bir adamın öyküsünü anlatıyordu. Bu öykümüze de “ilginç ve etkileyici” olarak not düştüm hâliyle.

Levent Şenyürek’e ait olan “Çiçekler Dondu” isimli on beşinci öykümüz hüzünlüydü, güzeldi, etkiledi beni. Ey aşk!.. Ah! Min’el Aşk…

“Vulgata” isimli on altıncı öykümüz ise Çiler İlhan’a ait. “I’m the ginny in the house (Ben evdeki cinim)” diyerek başlayan öykü de diğerleri kadar ilginçti gerçekten.

On yedinci öykümüz Sadık Yemni’ye ait “Bekleme Odası” isimli öyküydü. Bana oldukça sıkıcı geldi. Bilemiyorum.

Onsekizinci öykümüz “Sınırsız Düşünce Özgürlüğü” ismini taşıyor ve Levent Mete’ye ait. Altını çizdiğim satırlara ve konunun ilgi çekici olmasına rağmen işleniş bana oldukça sıkıcı geldi.

Tam “Acaba kitabın sonlarına doğru ayarlarım mı bozuldu?” diye şaşkın şaşkın düşünürken imdadıma Muammer Yüksel’e ait “Oyundan Çıkmak İster misin?” isimli öykü yetişti. Etkileyici bir öyküydü. Zevkle okudum. Hemen ardından “Sanırım normalim. En azından kendime göre!” diyerek gülümsedim.

Yirminci ve son öykümüz sevgili İhsan Oktay Anar’a ait olan “İnşaat İşçisi Rıfkı’nın Dehşet Verici Akibeti” isimli öyküydü. Okunması gereken öykülerden diyorum

Özetle 1002 Gece Masalları, Fantazi’den hoşlanan okurların kitaplığında bulunması gereken güzel bir seçki genel olarak. Umarım, daha daha nice seçkilerle karşılaşır ve okuduktan sonra sizlerle paylaşırım. Okurken eğlendim. Dünyanın sınırlı gerçeğinden sıkılıp sınırsız düşler ormanında güzel bir gezintiydi. Tavsiye eder miyim, ederim ;)

Ee, hadi o hâlde, Temur gitsin ve perde de insin artık.
Sevgi, saygı, arzu, hörmet herkese..