17 Aralık 2013 Salı

Şehristan Rivayetleri – Serhat Poyraz




Herkese bir kez daha merhabalar efendim.
Şu sıralar mekân değişikliğinden dolayı internete fazla giremiyorum. “İnternetin olsa çok mu kitap yorumunda bulunacaksın bre Temur?” diye sorabilirsiniz. Net bir cevap veremiyorum; tek bildiğim şu sıralar kitapların üzerine fazlaca yoğunlaşmış olduğum. İş – güç, yaşamın getirip götürdükleri öylesine yoruyor ki baz’an koşa koşa kitaplarda soluklanmayı tek kurtuluşum olarak görüyorum. Yalnızlıktan şikayet ettiğim düşünülmesin; aksine bana büyük bir huzur veriyor. Kendi iç sesimi daha yakından duyuyorum. Benden mi kaynaklı yoksa soğuyan havalardan mı, bilmiyorum. Bilmemek daha iyi bazı şeyleri diye düşünüyorum. 
Herneyse, hadi kitabımıza geçelim.
Bugün, Serkan Poyraz’a ait “Şehristan Rivayetleri” isimli romanla başbaşayız. 
İlk basımı 2012 yılı olan Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan kitabımız 180 sayfa. Kırmızı Kedi Yayınevi demişken, tebrik etmezsem çok büyük ayıp etmiş olacağım. İlgi çekici kitaplarla dikkati çeken yayınevimiz, edebiyata çok güzel eserler kazandırdı bana göre. İlgiyle takip ettiğim yayınevlerinden. 
Kitabımızın kapağı sade olmasına rağmen arka planda kullanılan fon gayet şık olmuş. Çarpık çurpuk yazı fontu da ayrı bir güzellik katmış kanımca. Yılanlara çok büyük  saygı duyan birisi olarak, yılanın biraz daha göze hitap etmesini isterdim; ama açık konuşmak gerekirse yazı fontuyla uyumlu olmuş. 
Şehristan Rivayetleri, Serhat Poyraz’ın ilk kitabı. Açık söylemek gerekirse Serhat’ın ilk kitabı böyleyse daha sonrakiler nasıl olacak çok merak ediyorum. 
Önce kitabımızın konusuna bakalım.
Romanımız, Osmanlı Dönemi’nde geçiyor. 
Bizans Dönemi’nde Mikail adlı bir adam tarafından kurulan, Osmanlı Döne’nde yükselişini istikrarla devam ettiren Mevt-i Esved, suikastlarıyla nam salmış, “adaletin kılıcı” olarak  tanınan bir loncadır. 
Romanımızın kahramanı dilencilik yapan Yavuz Ali, Kuyumcubaşı İsa Efendi suikastında bilmeden de olsa yardım ettiği Kara Agop tarafından tehditvarî bir şekilde loncaya davet edilince bu teklifi kabul eder ve maceramız başlar. 
Özetle hep birlikte, Yavuz Ali’nin loncaya girişini, asıl ismi Ermiya olan üçkâğıt ve suikast uzmanı Pencüyek tarafından eğitilişini, loncadaki ilk kabul sınavını ve sonrasında gelişen olayları bir solukta okuyup kitabın sonunda da yazarı tebrik ettikten sonra dağılıp evlerimize gideceğiz. Bakalım Konstantiniye’nin tekinsiz sokaklarında geçen bu “derin” macera sizi nerelere götürecek?
“Kitabı beğendin anlaşılan?” diye sorarsanız “Çok beğendim!” derim.  Yazarı gerçekten kutlamak istiyorum. Genç bir yazar ve ilk kitabını yayınlayan birisi olmasına rağmen, kitabının konusuna tam anlamıyla hakim olmuş Serhat Poyraz. 
Özellikle kullanmış olduğu dil, anlattığı döneme kolayca inmenizi sağlıyor. Bunun yanında yer yer unutulmuş deyimlerle, argo kalıplarla tamamen edebiyat şöleni vermiş yazarımız. 
Yer, kişi tasvirleri mükemmel bir şekilde okuyucuya sunulmuş. Kahramanları kafanızda rahatlıkla canlandırabiliyorsunuz. Tasvirle de kalmıyor Serhat Poyraz. Kahramanların duygularını, ne düşündüklerini öyle ustalıkla aktarıyor ki kitabı okumuyor, kahramanlarla beraber suikastlere giriyor, kaçıyor, kovalıyoruz.
Gerçekten zevkle okuduğum bir kitap. Bir kere okumakla da kalmıyorsunuz üstelik. İlerleyen zamanda tekrar okunabilinecek ender kitaplardan. Alıp okuduğunuzda, mutlaka “Bu kitabı şu köşeye koyayım, sıkıldıkça bakarım.” diyeceksiniz. En azından ben öyle düşünüyorum. 
Valla aslına bakarsanız kitap hakkında söylenecek çok şey var. Ama bazı şeyleri anlatamazsınız, mutlaka yaşatmanız gerekir ya. Bu yüzden kitabı anlatmaya çabalamayacağım. Benim gibi tarih severlerin zevkle okuyacağı bir kitap. Alın okuyun efendim. 
Altını çizdiğim cümleleri paylaşmayacağım sizinle. Kitaptaki unutulmuş bilgileri, güzel tespitleri okuyarak keşfedelim bu defa. 
Evet, artık huzur içinde gidebiliriz.

Yıkıla, viran ola perdeler!..
Sevgi, saygı, arzu, hörmet ederim efendim.
Temur, gider..

  

9 Aralık 2013 Pazartesi

Alevli Geceler – Pelin Özen




Merhaba güzel insanlar. 
Soğuyan bir aralık ayından bir kez daha sesleniyorum size. Bugün çok sohbet edecek bir havam yok açıkçası. Tek temennim, bu soğuk kış günlerinde kendinize dikkat etmeniz. 
Evet, müzik kutumuza bir Nikos Papazoglou atıp hızla kitabımıza geçebiliriz.
Başlıktan da gördüğümüz gibi bugünkü kitabımız Pelin Özen’e ait “Alevli Geceler” isimli kitap.
Erotizmle harmanlanmış ilginç bir kitap Alevli Geceler. Aslına bakarsanız böyle kitaplar bana çok sıkıcı gelse de “Oğlum Temur, repertuarını biraz genişletsen iyi olacak!” diye söylenip duran iç sesime kulak verip aldım bu kitabı.
Alevli Geceler, Pelin Özen’in ilk kitabı.
Peki, kimdir bu Pelin Özen. Şöyle kısaca kendisini tanıtalım. Pelin Özen, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde, yüksek lisans eğitimini M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Programları ve Öğretimi alanında yapmış bir yazar. Aynı zamanda www.yatanmilletbatarya.com adlı kendine ait olan internet sitesinden yazılarına ulaşmak mümkün.
Kitabımız Cinius Yayınlarından yayınlanmış.
Cinius Yayınları demişken, ondan da bir nebze olsun konuşalım. Cinius Yayınları, her çeşit yazara ve okuyucuya hitap eden bir yayınevi. Nasıl mı? Hazırlamış olduğunuz kitabı Cinius Yayınevi’ne götürüyorsunuz. Belirli bir ücret karşılığında Cinius Yayınevi, kitabınızı basıyor ve dağıtımını üstleniyor. Yayınevi editörlerinin nazlarından ya da güzel bir eser hazırlamış olduğu hâlde “Bu kitap güzel; ama iş yapmaz” diyerek geri çevrilen yazarlar için bir alternatif Cinius Yayınevi. 
Bildiğim kadarıyla “İkinci Adam” ve “Sokak Kitapları” da aynı sistemde çalışan yayınevlerinden.
Bununla da kalmıyorsunuz. Bu belirttiğim yayınevlerinin vermiş olduğu telif ücretleri diğer yayınevlerinden fazlaymış diye okudum. Yazara  verilen şifre sayesinde yazar, siteye girip kitabının ne kadar satıldığını görebiliyormuş. “-miş” li “-muş” lu konuşuyorum; açıkçası ben fazla araştıramadım. Ama ilerde kıyıya köşeye para atma gibi bi alışkanlık kazanırsam ben de bu şekilde çıkarırım büyük ihtimalle yazdığım ve yazıyor olduğum kitapları.
Diğer yayınevlerinin “Dosyanız elimize geçmedi –acaba nereye koyduk – “ , “Kitabınız gerçekten çok güzel; yaz (bazan kış) mevsimi koleksiyonumuzda yayınlamak istiyoruz. Yalnız, yayın ilkelerimizden dolayı, ilk kitabını çıkaracak olan bir yazarın kitabını yayınlayabilmemiz için kitabın masraflarını yazardan almak zorundayız.” gibi cümlelerden gına geldi. (Gerçi iki yayınevine gönderdim; ama öğrendiğim kadarıyla sistem böyle işliyor.) Kaldı ki hâlihazırda satış rakamı çok iyi olan bir kitabın da yazarıyım laf aramızda. Lâkin, o yayınevi yalnızca çocuk kitapları yayınladığından yetişkin kitapları için başka yayınevlerinden medet ummam gerekiyor. En azından Cinius ve benzeri yayınevlerinden kitabı çıkarmak zaman konusunda oldukça işime gelecek. Çünkü gördüğüm kadarıyla diğer yayınevlerinden oldukça uzun süreler sonucunda yanıt alabiliyorsunuz.
Pelin Özen acaba Cinius Yayınevinin verdiği hizmetten memnun mu bilmiyorum. Boş bir anımda sorup öğrenmem gerek. Yalnız adını şu an hatırlamadığım başka bir yazar “Sokak Kitapları Yayınevi”ni oldukça övmüştü. 
Herneyse, gene konuyu çok dağıttık, kusura bakmayın e mi?.
Cinius Yayınları’ndan çıkan kitabımız 174 sayfa.
Kapak tasarımını Cinius Yayınları’na pek yakıştıramadım. Kapak tasarımları dalında ödül almış bir yayınevinin bu kadar basit bir kapakla karşımıza çıkması hoş olmamış. Kapak, kitabın kimliği olmalı ve cezp etmeli karşıdaki kişiyi. Umarım, diğer kitaplarında böyle bir şeyle karşılaşmayız.
İçeriğe bakalım biraz da.. 
Yazarımızın dili, aldığı Edebiyat eğitiminden olsa gerek gayet yalın ve etkileyici. Kimi yazarların öyle cümleleri var ki kullandığı kelimeleri bir puzzle parçası gibi alıp bir takım yerlere koyup anlamı öyle yakalıyorsunuz. Çok şükür, Pelin Özen kelimelerini ve cümlelerini yerli yerinde kullanmayı başarmış iyi bir yazar. Yaptığı tasvirlerle sizi bulunduğu ortama “şıp” diye damlatıyor. Betimlemeler, benzetmeler gayet başarılı benim gibi bir okuyucu için.
Kitabımızın konusuna gelince..
Kitabımızın kahramanı Nezihe, bir bankada çalışan, sönük, kendi hâlinde bir kız. Tâ ki, mesai saati bitene kadar.
Genellikle Cumartesi akşamları ya da tatil dönemlerinde arkadaşımız Nezihe, Nezihe olmaktan çıkıp bambaşka bir kişiliğe dönüşüyor. Bu kişilik kim mi? İsmi Alev. Nezihe’nin tersine, atılgan, cesur, çılgın birisi Alev.
Günler öncesinden geçireceği geceyi tam anlamıyla koordine eden Alev, gittiği mekânda gözüne kestirdiği erkekleri baştan çıkarmayı başaran usta bir avcı.
Türk aile yapısına uymayan bir kadın Alev. Tamamıyla çizgi dışı bir karakter. Kitabı okurken onun hayatı kadar beyninin içindekilere, hislerine de ortak olacak, onu daha yakından tanıyacaksınız.
Ha, “Temur, anlaşılan o ki Alev senin de ilgini çekti di mi?” diye soracak olursanız. Açıkçası pek fazla çekmedi. Yalnızca Nezihe’yi ve Alev’i tanımış oldum. Bir insanın içinde yatan iki kişiyi kolay kolay her yerde tanıma şansına sahip değilsiniz kaldı ki. Cinsellik konusunda bir takım tabularım var. Sanırım almış olduğum kültürden kaynaklı. Cinselliğin bir ihtiyaç olarak görülmesi midemi bulandırıyor. Bunu bir büyü olarak görüyorum. Özel olmalı.
“Özel olmalı” demişken kitaptaki “Art Cengiz” gibi konuştum. Şeytan’ın art ayağı Cengiz de beraber olacağı kadın için “Özel olmalı” diyordu. Ailemde “Çekik gözlü Şeytan” diye tanımlandıktan sonra Şeytan’ın art ayağı Cengiz’i görünce: “Sanırım, bütün şeytanların çalışma sistemi birbirine benziyor!” diye geçirdim içimden.
Her bölümde bir başka macera yaşayan Alev’i okurken yazarın anlatımındaki zenginlik oldukça hoşuma gitti. Bu bakımdan roman, hikaye gibi edebiyatla ilgilenen arkadaşlara önerebileceğim bir kitap.
Kitabın sonunda gülümseme şansınız mevcut üstelik. Belki sizi şaşırtabilir.
(Bu arada küçük bi' itiraf; yer yer sıkıldığım anlar olmadı değil.)
Son olarak Alev’in hayatını tasvip etmemekle birlikte yargılayacak da değilim. Her yaşantı seçimlerden ibaret. Alev ya da Nezihe, böyle bir yaşantıyı seçmişse bu, onu ilgilendiriyor. Bu yüzden tutup burada ahlâk eleştirisi yapmak haddim değil.
Bu arada, yazıp yayınlaması gerçekten cesaret isteyen bir kitap. Yalnız şöyle bir hatamız var. “Kitabın kahramanı öyleyse, kesin yazar da öyledir!” diye düşünmek. Lütfen yazarla, kahramanı karıştırmayalım.
Evet efendim, kitap için söyleyebileceklerim bunlar.
Geriye ne kaldı? Altını çizdiğim cümleler elbette.


* (Yazarın, orgazmı anlattığı bir bölümdeki şu ifadelerini beğendim): Kulaklarının içinde çalan minik davullarla zillerin senfonik orkestrası büyülü ritmiyle beynini ele geçirirken birbiri ardına patlayıp dağılan rengârenk yaldızlı ışık toplarını gözlerini kapayarak yakalamaya çalışmak… (Buraya kadar yazsam yeterli sanırım)
* Eğitimin iyi, işin düzgün, kazancın yerindeyse; aşk yarası, ölüm acısı ya da büyük hayal kırıklıklarının sancısı ile sarsılmamışsan henüz, kendinden söz etmek zevklidir.
* Seks oyuncakları ya da fetiş nesnelerini ancak oyunun eğlenceli parçaları olarak kabul edebilirdi, oyunun kendisi olarak değil.
* - Sen kimsin Alev, lütfen bana söyler misin?
(…)
- Yaşamayı seven ve daha keyifli yaşamak için gereken çabadan kaçınmayan genç bir kadınım.
* Bedenini düşler ülkesinde yer çekimsiz bir yolculuğa çıkaran bu mükemmel âşığa aynı şekilde karşılık vermek istiyordu yalnızca.
* Av zamanlarının, yani birlikte olacağı erkeği seçmek üzere yola çıktığı özel zamanların dışında seksi görünmesi gereksizdi çünkü sürekli birilerinin dikkatini çekmek demek seçilmek demekti, seçme özgürlüğünü kaybetmek demekti.
* (…) baharın sepetinden ruhunu tazeleyecek ne varsa aşırıp bezemeliydi kendini insan, küçücük varlığını devleştiren aklıyla bulmalıydı mutluluğun yolunu. 


2 Aralık 2013 Pazartesi

Kayıp Gül – Serdar Özkan



Selam, selam, selam güzel insanlar.

Aralığın aralığından da girmiş bulunduk. Zaman nasıl da farkında olmadan geçip gidiyor üzerimizden. Bülent Ortaçgil geliyor aklıma “Anlamak, çözmeye yetmez be Temur Efendi!” diyorum kendi kendime. Herneyse, çok konuşup sizi sıkmamakta fayda var.
Belki bir gün “Konumuz Dışı Bir Beyan” açıp bol bol gevezelik yaparım; kimbilir.
Evet, bir Greek havası atıp başlayalım kitap yorumumuza.

Bugün, Serdar Özkan’ın ilk kitabı olan Kayıp Gül’den bahsedeceğim size. Aslına bakarsanız epey oldu bu kitabı okuyalı; ama hakkında yazmak bu zamana kısmetmiş.

Kayıp Gül’ün varlığından alışveriş yaptığım kitap sitesi sayesinde haberdar oldum.
Tanıtım yazısında bu kitabın tam kırk üç dile çevrildiği ve elliyi aşkın ülkede yayınlandığını okuyunca merak ettim. Eee, hak verirsiniz ki bir “ilk roman”ın nasıl bu kadar başarı kaydettiğini insan ister istemez merak ediyor. 

Bunun yanında kitabın arka kapağındaki yorumlar da kitabı öve öve bitiremiyordu. Özellikle “Helsinki Sonomat”ın “Türklerin Küçük Prens’i tüm dünyayı büyülüyor.” Yorumu bir “Küçük Prens” hayranı olan Temur’u heyecanlandırmaya yetmişti.

Herneyse; devam edelim…

Kayıp Gül, Timaş Yayınlarından çıkmış 205 sayfalık bir kitap.
Kahramanımız Diana aslında öykü yazarı olmak isteyen fakat – bizim mahalle baskısı diye adlandırdığımız – toplum baskısı nedeniyle rotasını avukatlık mesleğine çevirmiş bir kızımız. Kendisi babasız büyümek zorunda kalmış insanlardan bir tanesi. Hayatını annesiyle idame ettiren Diana’nın bütün dünyası, annesinin rahatsızlığıyla değişir. Yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı günlerden birinde annesi, Diana’ya öldükten sonra açıp okuması kaydıyla bir mektup verir. Diana zor da olsa annesinin istediğini kabul eder.

Zaman geçmiş ve Diana’nın korktuğu başına gelmiştir. Evet, annesi artık hayata gözlerini yummuştur.

Mektubun açılma zamanı gelmiştir. Merakla mektubu açan Diana’nın hayatı artık iyiden iyiye alt – üst  olmuştur.

“Öldü!” diye bildiği babasının aslında ölmediğini, kendilerini terk ettiğini öğrenir sevgili Diana’mız. Yaşadığı şok bununla da bitmeyecektir üstelik. Babası kendilerini terk ederken yanına Diana’nın varlığını hatırlamadığı ikiz kız kardeşi olan Mary’i de yanında götürmüştür. Aradan geçen uzun yılların ardından babası Mary’e annesinin adresini vererek mektupla iletişim kurmasını sağlamıştır. Fakat annesinin öleceğini öğrenen Mary, bu gerçeği kaldıramaz ve geride bir mektup bırakarak ortadan kaybolur. Annesi, mektubunda Diana’nın ikiz kardeşini bulup ona sahip çıkmasını istemektedir.

Eveeet; artık maceramız başlamıştır efendim!
Önümüzde çözülmesi gereken bulmacalar, mektuplar, seyahatler, yeni kişiler uzanıp gitmekte.
Hikayenin bazı yerlerinde her ne kadar tutukluk yaşansa da genel anlamda sürükleyici.
Bunun yanı sıra bir ilk romanda yazarın baş karakter olarak karşı cinsi seçip onun dünyasını bizlere sunması gerçekten cesurca ve takdire şayân.

Kitabı genel bağlamda beğenmiş olsam da daha önce de söylediğim gibi kimi yerlerdeki tutukluk dikkatimi çekti. Ama bir ilk roman için bu bir sorun teşkil etmez kanaatindeyim. Üstelik, benim tutukluk olarak gördüğümü bir başkası tutukluk olarak görmeyecektir mutlaka. Nihayetinde basit bir okuyucudan öteye geçmiş biri değilim.

“Basit olmayan okuyucu” nasıl diye sorarsanız; anlatması gerçekten çok uzun. Yine de size şöyle bir örnek vereyim. Vakti zamanında bir kitap yazmıştım. (Yayınevlerinin nazlarını çekemeyecek kadar agresif ve çabuk rest çeken biri olarak yayınlatmayı düşünmüyorum artık) Kitabı, Edebiyat Öğretmeni bir arkadaşıma sundum. Karşılığında çıkarmış olduğu notlar beni tepetaklak etmişti. Arkadaşım kullandığım kelimelerden ve kurduğum cümlelerden çocukluğuma inmiş, yaşadığım travmaları bana tek tek aktarmıştı. Onu tanıdıktan sonra kendimi öylesine biri gibi gördüm iyice.
Keşke boş bir vakti olsa da o bir blog hazırlasa, okumaya doyamazdık hakkaten. Herneyse, konuyu çok dağıttım gene…

Kitabımıza dönelim.

Kitabın sürpriz finalini maalesef kitabın ortalarında keşfettim. Kitap, yarısına geldiğinde kendini çok belli etmiş. Bunun, benim hislerimle ilgili olmadığını “canım ötesi” dostum Suat’ı dinleyince iyice anladım. O da kitabın sonunu, sonu gelmeden tahmin edince kitabı okumayı yarım bırakmış.
Yine de bana kalırsa alıp okunabilinecek bir roman Kayıp Gül.
Özellikle kahramanımız Diana’nın yolu İstanbul’a düştüğünde otel sahibi Zeynep Hanımla tanışıp ondan güllerin dilini öğrenmeye çalıştığı anları keyifle okuyacaksınız.
Bakalım, güllerin dilini öğrenebilecek mi?

Evet, kitabımız hakkında söyleyeceklerim bundan ibaret. Yakın zamanda Serdar Özkan’ın “Hayatın Işıkları Yanınca” kitabı  için de bir başlık açacağım. Umarım, sorumsuzluğum gecikmeme neden olmaz.

Son olarak, kitapta hoşuma giden kimi cümleler var; hazır elim değmişken birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum:

•    “Ama Mary sonunda kendi düşünü kovalamayı sürdürmüş. Başkalarının beklentilerinin esiri olmamış benim gibi.”
•    “Ama kafa yormam gereken bir şey var. O da, benim tıpkı Artemis gibi, başkalarına bağımlı olduğum gerçeği. Ve bunu gizleyebilmek için de, tanrıça maskesiyle dolaşan bir zavallı olduğum gerçeği!... “
•    “Diana… Hem başkalarından şikayet ediyorsun, hem de kendini bir başkasına soruyorsun. Unutma ki, senin için ben de bir başkasıyım.”
•    “Hiçbirimiz kusursuz değiliz. Kusursuz olmak zorunda da değiliz.”
•    “Peki ya kendi hayatımızı değil de, başkalarının bizim için seçtiği hayatı yaşıyorsak? Bu mu doğal olan?”
•    Peki şimdi ne oldu da fikrin değişti? Yoksa sen de mi “büyüdün” benim gibi?
•    “Düşler gerçekleşecek olanın mayasıdır.”

Eh, artık Temur gitsin ve perde insin efendim!
Sevgi, saygı, arzu, hörmet hepinize;
Sevgilerim yürekten…

23 Kasım 2013 Cumartesi

Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları / Su - Buket Uzuner




Yine, yeniden merhaba..
Klişe bir giriş oldu değil mi? Olsun, hoşuma gidiyor bu yansıma cümleyi kullanmak.
Oldukça yoğun geçen zamanın nihayet küçük bir parçasını kendime ayırıp size yeniden seslenme imkânı bulduğum için mutluyum. Her sorumsuzun, görevini yerine getirdikten sonraki abartılı hazzını yaşayacağımdan emin olabilirsiniz bu yazıyı bitirdikten sonra.
“Hadi Temur, lafı fazla uzatma!” dediğinizi farzediyor ve Zülfü Livaneli’nin “Gönül Yaralı, Turna” türküsünü açarak konumuza giriyorum.
Bugünkü konuğumuz Buket Uzuner. Sevgili Buket Uzuner, Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri. “İkizlerden Biri” adlı öyküsüyle tanıştığım Uzuner, edebiyatımıza çok büyük hizmetlerde bulundu kuşkusuz. Adı geçmişken “İkizlerden Biri” adlı öykü, okuduğum öykülerin en güzellerinden bir tanesi. Şayet henüz tanışmamışsanız mutlaka “Tanışın!” derim.
Fakat bugün size Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları / Su isimli eserini takdim edeceğim.
Öncelikle kitap nasıl ilgimi çekti onu açıklamamda fayda var.
Efendim, kavmim her ne kadar uzun zamanlardan beri bu topraklarda yaşasa da göç ettiği toprakların adetlerini bu zamana kadar bir nebze de olsa taşımayı başarmışlar. Anlayacağınız Kam kültürünün içinde yetiştiğimden dolayı Kam’lıkla ilgili her konu mutlaka ilgimi çeker.
Boş vakitlerimden birinde bir video sitesinde Kamlıkla ilgili yayınlanan programlara göz gezdirirken sevgili Buket Uzuner’in konuk olduğu bir programa rastgeldim. Uzuner, Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları / Su’yu anlattıktan sonra Kaman kültürünü izleyicilerle paylaşmaya başladı. Kültürümüzü öyle güzel anlatıyordu ki, yazmış olduğu kitabı bir an önce elde etmek için kolları sıvadım.
Bir hafta sonrasında kitabı temin ettim.
Everest Yayınları’ndan çıkan kitabımız, ilk sayfalara numara verme gereği duyulmadığı için 330 sayfa olarak görünüyor. Çok da önemli değil.
İçerik olarak önce anlatıma şöyle bir bakalım. Bilen bilir, Buket Uzuner yeniliğe ve gelişmeye açık bir yazardır. Yine “İkizlerden Biri” adlı öyküden söz edeceğim lâkin bu gerekli. “İkizlerden Biri” adlı öyküsündeki anlatımla bu romanındaki anlatım arasında fark gördüm.
Romanımıza kısaca “Su” dersek, Buket Uzuner, “Su” romanında bize saf bir “Sevgi” diliyle seslenmiş. Kamlarla ilgili bir eser meydana getirirken böyle bir dili kullanması aktarım açısından gerçekten çok güzel olmuş kanımca. Çünkü kadim geleneğimizin temeli sevgiye dayanır ve bu gelenek yalnızca sevgiyle anlatılır. Bu bakımdan yazarımızı kutlamak gibi bir ukâlalık göstereceğim izninizle. Ayrıca noktalama işaretleri ve imlâ kuralları yerinde kullanılmış.
Günlük konuşma diliyle bize seslenen yazarımız “handiyse” gibi unutulmaya yüz tutmuş kelimeleri biz gençlere hatırlatmış, küçük kardeşlerimize de öğretmiş olduğundan dolayı büyük bir teşekkürü de hak ediyor kesinlikle.
Kimi yerlerde küçük anlatım bozuklukları dikkatimi çekti. Lâkin ben bunu doğal karşılıyorum. Nitekim şu an yazdığım yazıda bile ben kaç tane anlatım bozukluğu yaptım kimbilir? İnsan,  yazdığını önce belleğinden geçirdiği için, oluşturduğu eseri yeni baştan okurken ister istemez belleğini de çalıştırdığından böyle küçük hataları göremeyebiliyor.
Everest Yayınevinde çalışıp bu kitabı okunacak hâle getiren dizgici arkadaşı da kutlamak gerek. Yalnızca 1 adet dizgi hatası ile karşılaştım. Eğer başka varsa bile benim dikkatimden kaçabilecek yerlerden yaptığı aşikar.
Gelelim kitabımızın içeriğine:
Künye sayfasından sonra gelen sayfada küçük bir not düşülmüş:
Bu romandaki karakterler kurgu, yaşayan insanlarla benzerliklerse tamamen tesadüftür. Romandaki olaylar bugün Anadolu’da yaşayan bütün kültürlerin günlük yaşamına sinmiş binlerce yıllık kadim Kaman geleneklerimizden ve Orta Asya ile Sibirya mitolojilerinden esinlenerek kurgulanmıştır.
Tabi bu giriş notunu da okuyunca “Tamam, muhteşem bir Kam romanı beni bekliyor!”diyerek sevindim.
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse; gazeteci Defne Kaman, bir yaz akşamı bindiği vapurda kaybolur. Onu aramakla görevli komiserimiz Ümit Haydar Kaman ve can arkadaşı Sahaf Semahat, bu aramalar esnasında esrarengiz olaylar, semboller ve tuhaf şifreler denizinde bulurlar kendilerini.
Ümit Haydar Kaman ve Sahaf Semahat demişken onlardan da bahsetmek icap eder mutlaka.
Komiserimiz Ümit Haydar Kaman, Kaman’lı. Alevi bir aileye mensup. Asker arkadaşı Yunus’un kız kardeşi güzeller güzeli Tasvir’e aşık. Fakat Tasvir’in ailesi Sünni olduğu için, ikisinin beraberliğini iki aile de hoş karşılamamaktadır. Evlenmelerini engellemek için ailesi Tasvir’i akrabalarına göndermiştir.  Ümit, aşklarını mensubu oldukları mezhebin baltalamasından dolayı kızgındır, küskündür; ailesine, insanlara, inançlara.
Sahaf Semahat ablamız ise genç yaşta bulunduğu ilden ailevi baskılar yüzünden İstanbul’a kaçmış, Kadıköy’de iki katlı bir dükkan açıp sahaflık yapmaya başlamış, tuttuğu dükkanın alt katında yaşamını sürdürmektedir. Kutlu ve Bilgi adlı iki sevimli kedimizin de annesidir aynı zamanda.
Bir başka kahramanımızsa evlere şenlik Umay Bayülgen. Yani Umay Nine’miz. Hani o her zaman etrafımızda olmasını istediğimiz bize bilmediğimiz şeyler öğretsin istediğimiz, cana yakın, insanları etkilemesini çok iyi bilen sevimli bir ninecik. Kadim Kam kültürünü çok iyi bilen ve bilmekle kalmayıp uygulayan büyük bir Kam, Umay Bayülgen.
Defne Kaman’dan hiç bahsetmeyeceğim. Onu, kitabı alıp okuyarak bizzat tanımalısınız.
Lâkin söylemeden edemeyeceğim, kitaptaki kahramanlardan yalnızca Sahaf Semahat ablamızı benimseyebildim.
Komiserimiz Ümit, Tasvir’i öylesine çok yoğun yaşıyor ki bir zaman sonra “Tamam Ümit, lütfen gene başlama!” dedim içten içe. Hatta öyle bir yerde Tasvir’i araya katmış ki “Pes Ümit, hakkaten pes!” dedim. Bu bölümü yazmıyorum; çünkü sonu açığa çıkacak. (Siz yine de bana bakmayın, benim bu şikayetim tamamen odunsu kişiliğimden kaynaklanmakta.)
“Eee Temur Efendi, Umay Ninemizin nesini beğenmedin?” diye sorarsanız, “Kimi yerlerde çok ansiklopedik konuşuyor.” diye cevap veririm. Bazı bilgiler konuya yedirilmemiş gibi geldi bana. Bunu aceleden gelen heyecana bağlıyorum.
Biliyorsunuz, kitabın konularına fazla derinlemesine girip insanların merakını öldürmeyi sevmiyorum. Bu yüzden burada keseceğim.
Evet, kitapta bize inanç olarak dayatılan şeylerin insanın hayatına nasıl çelme taktığını uzun uzadıya anlatıyor Uzuner. Bu sorun hep vardı ve biz, bize dayatılan şeyin kaynağını araştırıp öğrenene kadar da olacak. Ne olurdu az inandığımız şeyleri asıl kaynağından öğrenip uygulayabilseydik.
Kulaktan duyma bilgilerle yetinip, “Öyledir!” deme kolaycılığındaki mantık nedir gerçekten? Doğrularımızı doğrulamayanları doğramaktan ne zaman vazgeçeceğiz?
Bunun yanı sıra erkek egemen toplumdaki kadının yerini öyle güzel anlatmış ki yazarımız, okurken evet “Uzuner, gerçekten doğru söylüyor!” diyeceksiniz.
Kamlık konusuna gelince: Bu konuda daha kapsamlı bir şeyler bekliyordum. Maalesef o istediğim tadı bu kitaptan alamadım. Belki ikinci kitapta daha derine inecektir Buket Uzuner. Umudum, Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları serisinin ikinci kitabında.  
Aslında benim istediğim Buket Uzuner’in  tamamen Kam kültürüne dayalı güzel bir öykü kitabı hazırlaması.
Bunların dışında kitapta çok güzel tespitler ve altını çizdiğim cümleler var. Son olarak onları da paylaşmakta fayda var:
* Bilgelik, gerçeğe cesaretle ve samimiyetle ilerlemeye gönül koyanın uzun yolculuğunun sonunda avucuna dolan ışıktır, nurdur. Bilgelik, öyle keskin bir ışıktır ki, bilgenin gözlerini yakar. Bilge, kendinin bilge olduğunu bilmez, bilse unutur, hatırlamaz herhalde…
* Günde sekiz kucaklaşmanın insanı gripten koruduğunu söyleyen Umay Nine miydi?
* Adalet varsa rezalet yoktur. (Türk atasözü)
* Zaman ümidin en büyük düşmanıdır. Zaman geçip gece ilerledikçe sessizlik ümidin azaldığı boşlukları dolduruyordu.
* Aklî dengesi yerinde olan herkes, Medeni Kanun’umuza göre kadının boşanmak için ısrarla diretmesinin erkeklik onurunun zedelenmesine  sebebiyet veren bir tahrik unsuru sayılarak olasılıkla katilin cezasını kısaltacağını, onun on yıl kadar bir süre sonra yeni bir genç kızla evlenmek üzere serbest kalacağını biliyordu.
* Ben hâlâ kendi doğrularımla kurduğum hayatımı yaşamaya devam ederken, onların çoğu başkalarının kurallarıyla düzenlenmiş, eğlencesiz, uzun hayatlarını mal – gözlü, cimri ve çok sıkıcı yaşlılar olarak sonlandırmaya hazırlanıyorlar.
* Hakikat eğilir; ama kırılmaz.
* Her şey üstüne gelip seni dayanamayacağın noktaya getirdiğinde sakın vazgeçme! Çünkü orası, gidişatın değişeceği yerdir! (Mevlana)
* İstanbul’da utanınca hâlâ yüzü kızarabilen bir insana rastlamak Semahat’i gülümsetti.
* Çocuklar, yetişkinlerin unuttukları büyük bir kavrayış ve hayâl gücüne sahiptir.
* İnsanın beraber anısı bile olmayan birini özlemesi, Noel Baba’yı özlemekten farklı değil; ona inanmayı da bir yaştan sonra bırakıyorsunuz. Ben, yedi yaşından sonra öksüz ve yetim büyümüş, şanssız bir çocuktum!
* Olmayacak bir şey için beklenti yaratmak çok tehlikelidir.
* Zamanla öğrendim ki, insan kardeşini, hatta çocuğunu bile seçemiyor!
* (…) insan kendini inandırdığı şeyle gerçek arasındaki farkı er veya geç bir gün kavrayamaz mı? Bunu hâlâ bilmiyorum.
* Baskıya karşı direnmek, insanın kendi istediği yolda hayatını kurmak için mücadele etmektir, kurmamak için değil.
* Çünkü birileri hakkında doğal yolla bilgi edinmek, karşılığında insanın kendisi hakkında bilgi vermesi anlamına da geliyordu ve hiç kimse kendini özenle saklayan biriyle uzun süre arkadaşlık etmezdi.
* Sık görüştüğümüz, beraber çalıştığımız, bazen – eğer varsa – ailemizden daha fazla zaman geçirdiğimiz insanları aslında sandığımızdan az tanıdığımızın farkına vardığımızda, derin bir boşluğa düşmüş gibi oluruz. Bu boşluk, biraz da kendi bencilliğimiz ve egomuzla yüzleşmenin uçurumudur.                                                                                                                                                                                               
* İnsan kendini aynada görmek istemeyecek kadar çok üzgün olduğunda yüzü onu terk eder ve bazen yıllarca geri dönmez.
* Aşk, insana kalbinin yerini öğretiyor.

Evet yine geldik, bir kitabımızın sonuna.
Artık Temur gider
Ve perde iner!..

Her ne kadar sürç-i lisân ettiysek affola!..

9 Kasım 2013 Cumartesi

Cadı - Prinkipo'da Büyülü Bir Arayış - Oylum Yılmaz



Merhaba, merhaba, merhaba sevgili okuyucular.
Göstermiş olduğum büyük istikrarsızlık adına öncelikle kendimi, sizin huzurunuzda kutlamak istiyorum. Sanırım tek istikrarım, istikrarsızlığım. Blogu her zaman olduğu gibi uzunca bir süre askıya aldım. Sağolsun canım dostum Filiz, bu konuda kulaklarımı çekerek bloga ilgi göstermemi sağladı.
Açık söylemek gerekirse blogumu birilerinin takip ettiğini bilmek, ister istemez mutlu etti bu garibi.
İşte bu motivasyon içerisinde, bütün fındıklı çikolatamı ısırarak ve fon müziğimize Arif Şentürk'ten Rodop Dağları Bre Pakize'm türküsünü atarak konumuza giriyorum. Hadi bakalım; ateş!

Bugün blogumuzda ziyaretçimiz, sevgili Oylum Yılmaz. Edebiyatla ilgilenenler bilir, gene de bilmeyen arkadaşlarımız ve kardeşlerimizin olabileceğini düşünerek Oylum Yılmaz'dan birazcık  bahsetmek istiyorum. (Doğum tarihine gerek var mı bilmiyorum ama hadi bakalım)
Oylum Yılmaz 1978, İstanbul doğumlu genç bir edebiyatçı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü mezunu yazarımız vakt-i zamanında Radikal Cumartesi ve Radikal İki'de çalıştı. Şöyle bir parantez açmamda fayda var. O dönemlerde Radikal'in bu ekleri gerçekten kültür sanat akıyordu. Bunda Oylum'un ne kadar etkisi var bilemiyorum; ama gerçekten başarılı eklerdi. Herneyse, sonrasında Referans, Birgün, Taraf gazetelerinin kültür / sanat sayfaları için kitap / edebiyat sayfaları ve edebiyat köşeleri hazırladı. (Oradaki çalışmalarını incelemedim.) Şu an Sabitfikir dergisinde edebiyat eleştirileri yazmakta. Takip ettiğim kadarıyla da eleştirileri oldukça başarılı bir yazarımız kendisi. Sabitfikir dergisinden de konuşmak isterdim; ama onu da başka bir zaman yaparız artık. Yoksa konumuz gitgide dağılacak.
Oylum'un ilk kitabı Cadı, Sel Yayıncılık'tan çıkmış. Yukarıda konuyu dağıtmayalım dedik ama "Sel Yayıncılık" hakkında da bir çift söz etmezsem çatlarım.
Sel Yayıncılık’ın yayınladığı Guillaume Apollinaire’in Genç Bir Don Juan’ın Maceraları adlı romanı hakkında, “müstehcenlik” suçlamasıyla dava açıldı. Hâlâ haberi olmayan arkadaşlarımız vardır belki. Dava beraatla sonuçlanmış olmasına rağmen bu kararı sevgili Yargıtay bozdu. Yargıtay, yayıncı ve çevirmen hakkında 6-10 yıl arasında hapis cezası istedi. Yerel mahkemenin kararının kanuna aykırı olduğunu ileri sürdü. Bu, Engizisyon değil de nedir? Hâlâ anlayabilmiş değilim. İnsanların düşünceleri, kurguladıkları dünya, ne zamana kadar yargıya takılacak çok merak ediyorum. Gazeteler, tecavüz haberleri, küçük çocukların istismarıyla dalgalanırken bir edebi esere bu kadar takılıp kalınması gerçekten şaşırtıcı. Umarım aynı hassasiyeti belirttiğim gibi, tecavüzler, çocuk istismarları ve küçük gelinler hakkında da gösterirler.
Herneyse efendim, konumuza dönebiliriz.
Evet, ne diyorduk. Oylum Yılmaz'ın Sel Yayıncılık'tan çıkan kitabı Cadı, 7 forma, yani 112 sayfa'dan oluşmakta.
Bu kitabı çok büyük bir heyecanla almıştım. Nedeni, mistik olaylara duyduğum meraktan kaynaklanıyordu. Cadılar, ruhanî varlıklar her zaman ilgimi çekmiştir. Kitabımızın kahramanı Ümran'ın, Büyükada'da geçen hayatını bizlerle paylaşan Oylum Yılmaz, Büyükada'nın o kasvetli ruhunu çok güzel anlatmış kanımca. Kasvetli diyorum; çünkü Büyükada, bende anlamını bilmediğim bir kasvet oluşturur her zaman. Oylum da, hissettiğim bu kasveti şiirsel diliyle öyle güzel anlatmış ki kitabı yarım bırakmak zorunda kaldım. Normalde bir kitabı terketmek hiçbir şekilde huyum değil; ama hikaye öylesine kasvetli ve durağandı ki bir yerden sonra pes ettim.
Evet, şiirsel dili oldukça ilgi çekici ve karakterlerin analizi gerçekten çok iyi; ama bunlar bana yetmedi. Eleştirilere baktım; 'acaba benim gibi düşünen var mıdır?' diye; ama eleştirilerde de negatif bir şey bulamadım. Nihayetinde kitabın kapağındaki o garip resmin gözlerine bakıp: "Kusura bakma, sorun sende değil, bende!" deyip ilerleyen zamanda tekrar görüşmek üzere rafıma koydum.
'O hâlde kitabı tavsiye etmiyorsun Temur!' diye sorarsanız 'Hayır!Tavsiye ediyorum' derim. Eğer, ruh analizlerinden ve durum hikayelerinden hoşlanıyorsanız 'Mutlaka Okuyun!' derim. Bunun yanında roman, hikaye konusuyla ilgilenip bir şeyler yazan arkadaşlar için tavsiye edeceğim bir kitap "Cadı". Gerçekten anlatım konusunda yeni yollar gösterecek bir kitap.
Oylum Yılmaz'dan özür dileyerek çekiliyorum huzurunuzdan. Böylesine övülen bir kitabı nasıl yarım bırakabildim hâlâ anlamış değilim. Başka bir zamanda tekrar elime alacağım ve umarım okuduktan sonra kocaman puntolarla bir "ÖZÜR" yazısı yazarım bu kitap hakkında.

Evet, Temur gider efendim.
Yıktıkperdeyi, eyledik viran
Varıp sahibine haber verelim hemân!

24 Eylül 2013 Salı

Kukla Ustası - Joanne Owen



Selamlar dostlar!
Uzunca bir süre gene ortalarda görünmüyordum; lâkin takip edemeyenlerim bilir sorumsuz ve her şeyi ihmâl eden bir yapıya sahibim. Kendimi değiştirmeyi çok denedim; ama (...) herneyse :)
Eveeeet, kitabımıza geçelim mi? Hadi geçelim!
Joanne Owen'in Kukla Ustası isimli romanıyla başbaşayız.
Kuklaların bende önemli bir yeri var.
Karagöz efsanesine yetişmiş, Susam Sokağı ve Muppet Show'la iyice kuklalarla samimiyeti ilerletmiştim. Kitap beni sanırım çocuk kalan yanımdan vurmuş, kitap için yapılan yorumlarla iyice heyecanlanmıştım.
Artemis Yayınları'ndan çıkan kitabımızın enteresan bir kapağı var. Bir tiyatro perdesinde akerdeon çalan bir kukla bize "Merhaba" diyor ve Kukla Ustası adının altında küçük bir cümle dikkati çekiyor: "Kuklalar güçtür, efsaneler gelecek"
Bana göre kapağın illüstrasyonu öylesine soğuktu ki etkilenmemem imkânsızdı. Soğuk şeyler hep ilgimi çeker, neden bilmiyorum..
Arka kapaktaysa kitapla ilgili övgü dolu sözlerle karşılaşıyoruz.
Üzüldüğüm nokta şu: Neden belirli isimlerin övgülerini bekleriz okumak için. 'Bookseller', 'Publish News' vs.. vs.. bunların yorumundan geçmeyen kitaplar güzel değil mi? İlla bu isimler mi lâzım bir kitabı okumak için. Ben isterdim ki arka kapaklarda bakkal Mehmet Abi'nin, yan komşu Sevgi Abla'nın yorumlarına yer verilsin. Dalga geçmiyorum ciddiyim! Belirli kalıplara sıkışıp kalmış eleştirmenlerle nereye kadar edebiyata devam edeceğiz? Bir kitap halkın okuması için yazılıyorsa, halkın yorumlarını dikkate almalı yazarlar ve yayınevleri (bana göre)!..
Bir gün arka kapağında dediğim şekilde bakkal Mehmet Abi'nin, komşu Sevgi Abla'nın yorumlarını görürsem daha bi' seveceğim o kitabı..
Herneyse efendim, konumuza dönelim.
Kitabı açar açmaz, kırmızı bir fonda Prag resmiyle selamlaşarak geçiyorsunuz diğer sayfaya ve iki yorumla daha karşılaşıyorsunuz.
Kitabın beğendiğim bir özelliği, kitap karakterlerinin en baştan tanıtılması. Milena, Bolena, Ludmila ve diğerleri tek tek tanıtılmış. Benim gibi kafası karışık okurlar için çok iyi düşünülmüş bence. Hikayemiz 12 Ocak 1898 yılında başlayıp 18 Ocak 1898 yılında sona eriyor.
Kahramanımız Milena, Çek halkının efsanevi kukla ustasının kızı. Babası şüpheli bir şekilde öldükten sonra annesi Ludmila esrarengiz bir biçimde ortadan kaybolan Milena, büyük annesi Bolena'yla beraber yaşamaya başlar. Günlerini arkadaşı Lukas'la ve zaman zaman teyzeleri Katerina ve Tereza ile geçirmektedir. Ta ki şehre gizemli bir kukla ustası gelene kadar. Kitabımızda kukla ustasının Milena'yı bilmediği bir hayata çekmek için yaptıklarını okuyacak, kuklalar dünyasına "şöylelemesine" bir göz atmış olacağız.
"Şöylelemesine" mi? Evet sevgili dostlar. Maalesef kitabımızın odak konusu olan kukla oyunu sahnesi beni bir türlü tatmin etmedi. Tamamen beklentilerimin dışında ve evet kabul ediyorum çok akıllıca; lâkin klâsik bir kukla gösterisiyle karşılaşmayı düşünen ben için bu sahnenin anlatımı bana biraz aceleye getirilmiş gibi geldi.
Genellikle ilk romanlarda gözüme çarpan şey, olay örgüsünün sonlarına doğru - ve hatta baz'an ortalarında - yazarın sıkılmasından mı, yoksa heyecanından mıdır nedir aceleye getirilmiş olması. Kitap, ne kadar güzel olursa olsun böyle bir anlatım karşısında yalnızca "güzelmiş" demekle yetiniyorum; oysa benim söylemek istediğim "Bu kitap mükemmel!" diyebilmek.
Herneyse, Kitabın zaman ve mekân kurgusu çok iyi çalışılmış. Yazarımızı bu konuda gerçekten tebrik etmek lâzım. Prag şehrinin pastel renklerinin içinde çizgi film tadında bir yolculuğa koyulduğumu hissettirdi bana. Bu tadı uzun zamandır almıyordum.
Milena'nın teyzeleri Katerina ve Tereza da doğaüstü yöntemler konusunda yaptıkları çalışmalarla ilgimi çeken karakterlerdendi. Okuyunca kimbilir belki sizin de ilginizi çeker ve çalışmalarında kullandıkları bitkileri siz de araştırmaya başlarsınız.
Son olarak kitabımızı Türkçe'ye kazandıran Beril Tüccarbaşıoğlu Uğur'a sonsuz teşekkürler.
Şunu da söylemeden edemeyeceğim. Kitabımızdan güzel bir sonuç çıkmakta aslında. Kitabı okuduğunuzda siz de fakedeceksiniz. Dünyada o kadar canlı kukla var ki, bu ipler kimlerin elinde? İnsanlar, neden kendilerine yön veren birilerine muhtaç? İplerimizi kendi ellerimize almaktan neden bu kadar korkuyoruz?
Kitabı okudukça kendinize bakalım kaç soru çıkaracaksınız.

Herneyse efendim..
Sizlere keyifli okumalar..

Temur gider.
Perde iner..

19 Temmuz 2013 Cuma

Cürüm Ayetleri - Erdinç Yapan


Selam, selam, selam sevgili dostlar..
Bu mevsimde ne kadar da güzel görünüyorsunuz! Yoksa burdan bakınca bana mı öyle görünüyor?
"Hayırdır Temur, bu ne coşku; bu ne pozitif elektrik?" demeyeceksiniz her zaman olduğu gibi. O nedenle cevap vermeme hakkımı kullanıyorum.

Eveeeet, fazla konuşmasam iyi olacak değil mi?
Tamam, tamam.. Hadi kitabımıza gidelim..

Kitabımızı Erdinç Yapan kaleme almış. Cürüm Ayetleri adını verdiği kitap Astrea Kitap'tan çıkmış. 192 sayfa.
İsmi, kapağı ve arka kapağındaki "Bu romanı yalnız okumayın!" uyarısı oldukça ilgimi çekti ve almış bulundum. Daha önce söylemiş olduğum gibi bir kitabın satışında en büyük etken bence kapaktır ve Astrea Kitap bu konuda ilgimi çekmeyi başardı. Korku ve gerilim romanlarını seven biriyim. Hele hele bu tür kitaplarda bir Türk imzası gördüğümde ilgimi çekme oranı daha da yükseliyor.
Nedeni basit. İçinde bulunduğumuz, büyütüldüğümüz gelenekler bir şekilde kitaba yansıyor ve bu yansıma benim oldukça hoşuma gidiyor. Üstelik korku temalarımız öylesine geniş ki ister istemez merakımı celbediyor.

Kitabımızın konusu bazı özel kişiler ya da bir başka bakış açısından bakarsak kurbanlar. Neden mi? Çünkü kurbanlar, duyu organları yoluyla karşısındaki kişilerin işledikleri cürümleri net bir şekilde görüp hissediyor ve bu his onlarda derin yaralar açıyor. Yaralar kurbanın dayanamayacağı noktaya geldiği zaman ise Malik isimli görevli, kurbana verilen görevi sona erdirip ızdırabını dindiriyor.

Kitabı okurken bu özelliklerin sadece engelli kişilere verildiğini düşünmüştüm; fakat ilerleyen sayfalarda bunun böyle olmadığını gördüm.

Başlangıçta kurbanlar arasında bir bağlantı kurulmaya çalışılmış; ama daha sonraki bölümlerde bundan vazgeçilmiş. Bu benim için büyük bir eksiklik. Çünkü bu vazgeçiş kitabı roman sürükleyiciliğinden çıkarmış. Yani anlayacağınız öyküleşmiş bir roman meydana gelmiş.
Yazarın kurduğu cümleler evet düzgün, sade; ama bir korku romanında ben dilin zenginliğine bakarım. Bir kitabı heyecanlı kılan hikayesi olduğu kadar dilidir. Yazarımızda maalesef bunu göremedim. Umarım diğer kitaplarında anlatımını genişleterek karşımıza çıkar.

Kitapta şöyle bir hatayla karşılaştım. Diğer okuyucular da bunun farkına varmıştır. Kitabın bir bölümünde kurşun döken bir nine bu hünerini torunuyla paylaşıyor. Ninemiz torununa kitabın 111. sayfasında kurşun dökme hünerini ninesinden devraldığını söylüyor. Fazla değil 119. sayfaya geldiğindeyse kurşun dökme hünerini bu defa annesinden öğrendiğini söylüyor. Anlayacağınız ya küçük (!) bir dikkatsizlik söz konusu ya da ninemiz yaşlı olduğundan bazı şeyleri karıştırıyor. Bir kitaptan yazar kadar editörler de sorumludur. Eğer bu dikkatsizlik yazarın gözünden kaçtıysa editörün nasıl gözünden kaçmış anlamadım. Bunun yanında basit dizgi hataları da gözüme çok takıldı. Astrea Kitap'ın bu gibi şeylere dikkat etmesi gerekir.

Kitapta yalnızken okumamam gereken bölümleri bir hâyli aradım; ama maalesef bulamadım. Korku, gerilim ögeleri yeterli değildi. Görmek ve anlatmak tamamıyla farklı şeylerdir. Yazar imgeleri gördüğünde ürperir ama okuyucuyu gördükleriyle değil anlatımıyla ürpertmelidir.

Evet özetleyecek olursam Cürüm Ayetleri aradığım tadı bana veremedi maalesef. Yine de bu benim kişisel düşüncem. Belki siz beğenirsiniz..

Herneyse efendim..
Söyleyeceklerim bu kadar..
Perdeyi kapatma zamanı geldi de geçiyor bile..

Hadi bakalım;
Temur gider,
Perde iner...

12 Temmuz 2013 Cuma

Aşk ve Gurur ve Zombiler - Jane Austen & Seth Grahame - Smith




Selam sevgili dostlarım..
Gene bu sayfada bulduysanız kendinizi büyük ihtimal kendinize çekilip bir şeyler keşfetme çabasına girmişsiniz demektir. Keşke keşfedebileceğiniz daha güzel şeyler sunsam ve lâkin ben de Bay Harika değilim maalesef.
"Evet Temur, hadi bana okuyabileceğim bir kitap söyle!" diye geldiyseniz, bugün o tavsiyeyi veremeyeceğim size..
Herneyse efendim, konuyu çok sulandırmadan kitabımıza geçelim isterseniz. Geçmek istemeyen arkadaşlar, kendini hazır hissedene kadar, yukarıdaki paragrafı sonsuz kere okuyabilir. Blogum feda olsun size..
Eee, hadi biz başlayalım, arkamızdan gelen bize yetişir ne de olsa noktayı koyduğumuz yerde..

Jane Austin'in yazmış olduğu "Aşk ve Gurur" romanını okumadıysanız, filmini izlemediyseniz bile ismini mutlaka duymuşsunuzdur. Yazarımız Grahame - Smith bu klasik öyküye zombileri de katarak kitabı oldukça ilginç hâle getirmeye çalışmış. Başarılı olmuş mu? Bakalım..
Öncelikle Aşk ve Gurur ve Zombiler, Domingo Yayıncılık aracılığıyla ve Dost Körpe çevirisiyle Türk okurlarına sunulmuş 303 sayfalık bir kitap. Kapak tasarımı oldukça başarılı. Açık söylemek gerekirse bu kitabın beni çeken tarafı kapağı oldu. Bana, "Bir kitabın satılmasını sağlayan en önemli şey nedir?" diye sorsalar "Kapağı!" derim net bir şekilde.
Kitabımızın bazı sayfaları illüstrasyonlarla süslenmiş. Kitaplarda yer alan illüstrasyonlara bayılırım ve lakin illüstratör Philip Smiley'in illüstrasyonlarını pek beğenmedim. Acemice çizilmiş gibiler. Bu konuda benden sınıfta kaldı. Umarım aranızdan: "Sen daha iyisini çiz!" diyenler çıkmaz. Her sunulanı beğenmek zorunda olmadığımız gibi, hepimizin beğeni eşiği de elbette farklı olacaktır. Ressam arkadaşların içinde bulunmak belki biraz şımartmış olabilir beni, bilemiyorum. Her neyse.. Bunun yanında illüstrasyonların hangi sayfalarda olduğunu gösteren bir içindekiler sayfası da mevcut. Ne derece gerekliydi de yaptılar bilemiyorum.
Kitabımızın kahramanı Bennet ailesinin beş kızından birisi olan Elizabeth Bennet.
Bennet ailesi oldukça renkli aslına bakarsanız.
Kızlarının evde kalacağı korkusu taşıyan bir anne (Mrs. Bennet), eşinin dar düşünceleriyle dalga geçen espritüel bir baba (Mr. Bennet) ve Mr. Bennet'in Çin'de dövüş sanatları eğitimi alan beş kızı.
Tabir-i câizse:
"Beş bayan çıktı meydane
Her biri, birbirinden merdane!" diyebiliriz. (Diyelim o hâlde, hadi hep beraber..)
Peki bu dövüş eğitimini ne için aldı bu kızlar? Evlendiklerinde kocalarına şiddet uygulamak için mi?
Hayır.
İngiltere'yi istila eden zombilere karşı öğrendikleri dövüş sanatıyla bulundukları kasabayı korumaya yemin eden beş kardeş, bu görevi başarıyla yerine getiririrken bir yandan da kasabada düzenlenen küçük balolarla eğlenmeye çalışmaktadır. Tabi bu eğlencenin hedef noktasında kendilerine uygun koca adayları bulmak vardır ve yazarımız bunu açıkça dile getirmekten çekinmez; kaldı ki çekinecek de bi şey yok zaten. Evlensinler, mutlu olsunlar; di mi?
Bu tek düze yaşantıları kasabalarına taşınan Mr. Bingley ve Mr. Darcy'nin gelişiyle hareketlenecek, zombi kokularına aşk kokuları karışacak ve ortaya acayip bir koku dağılacaktır.
Yazarımızın dili, zamanın İngiliz dilinin günlük kullanımını çok güzel yansıtmış. O konuda diyeceğim bir şey yok.
Güzel bir aşk hikayesi sahnelenmiş roman boyunca..

"Eee, Temur; neresini beğenmedin sen bunun?" diye çemkirecekseniz cevap veriyorum.
ZOMBİLER!..
Roman boyunca, zombi kolonisi fazla üzerinde durulmadan geçilmiş. Bir kaç hareketli bölüm dışında zombilerin varlığını unuttum okurken. Heyecan dolu bir macera beklerken, zombilerin sadece dekor olarak kullanıldığı bir kitapla karşılaştım.
"Bu kitap beni resmen mest etti." diyen Entertainment Weekly editörünün hayâl gücünün işleyişini gerçekten çok merak ediyorum..

Kitabın en etkileyici bölümü Charlotte'nin başına gelenlerin anlatıldığı kısımlardı. Bunu da belirtmeden geçmeyeyim..

Bireysel yorumum, zombi meraklısı okurları fazla tatmin etmeyecek bir kitap Aşk ve Gurur ve Zombiler..

Gene de okuyup okumamak size kalmış.

Temur gider,
Perde iner.............

9 Temmuz 2013 Salı

Piç - Hakan Günday


Selamlar sevgili halkım..
Evet, istediğinizi söyleyebilirsiniz bana.. Bu konuda çok rahatım; çünkü düzenli takipçilerimin olmadığını düşünüyorum.. Benim gibi düzensiz birinin düzenli takipçi beklentisi de saçma olurdu aslında..
Bir bahane bulmayacağım uzun aralar vermeme..

Muhteşem bir geri dönüş yapmıyorum; ama bu gece size muhteşem bir kitap getiriyorum..
Sevgili Hakan Günday'ın "Piç" adlı romanı.. Haberini aldığıma göre yakında filmi de çekilecekmiş romanın. İlk gidecek olanlardan biri de ben olacağım büyük ihtimalle..
E hadi artık biriniz çıksın da "Tamam Temur; artık sus da kitap konuşsun!" desin..
"Hayhay efendim hayhay!"

Ve kitabımız sizlerle!

Piçler iradelerini sadece hayatta kalmak için harcarlar. Dünya üzerinde bir gün daha geçirebilmek için. Çünkü onları en çok zorlayan konu hayattır. Bütün iradelerini yataktan kalkmak akıllarından geçen delice düşünceleri gerçekleştirmemek için harcarlar. Dolayısı ile eline doğdukları topluma yararlı bir birey olmak ve o ele tükürmemek konusunda irade eksiligi çeker. Sadece ve sadece hayatta kalmak için harcadıkları irade miktarı sahip olduklarının hepsini tüketmeye yetecek kadardır. Bu nedenle piçler sosyal hayatın içinde zayıflıklarıyla tanınırlar.

Evet efendim, Hakan Günday'ın kendi kaleminden "Piç"in kısa bir özetini paylaştım sizlerle. Zaten piçlerin diğer özelliklerini de kitabın ilerleyen sayfalarında daha detaylıca öğreneceksiniz..

Kitabımızda dört kahraman var. Afgan, Hakan, Cenk ve Barbaros. Bu kitapta bir başrol yok. Bazan Afgan alıyor sahneyi, bazan Cenk, bazan Hakan, bazansa Barbaros..

Bu dört gencin beraber geçirdiği piçlik dönemini ince ayrıntılarıyla ele alan yazarımız, kahramanlarına yaptırdığı tespitler ve kullandığı derin dille bağlıyor bizi sayfalarına..
Kitabın henüz ilk satırında:
"İnsanlık, kendini öldüren ilk insan tarafından ihanete uğramıştır." cümlesiyle karşılaştığımda okkalı bir yumruk yemişçesine sendeleyip tekrar okumuştum. Sıradan bir kitap olmadığını henüz ilk satırında bas bas bağırıyordu "Piç".

Ayağımı denk alıp bu kitabı dikkatle okumaya karar verdim. Yazarımızın anlatımı (bana göre) o kadar etkileyici ve derindi ki bazı paragrafları iki sefer okuduğum oldu. Kitabın altını çizmeye kıyamayanlar sınıfından biri olduğum için çizemedim tabiki satırları; ama sevgili dostlarım satırların altını çizmeye başlasanız sanırım kitabın her sayfasında çizmedik yer bırakmazdınız emin olun..

Neyse konumuza geri dönelim -ki aslında siz konu hakkında fazla ileriye gitmeyeceğimi benden iyi bilirsiniz-
Dört arkadaşın yaşadığı sıkıntılara rağmen piçliklerinden vazgeçememesiyle, yazarın deyişiyle: Akıllarından geçen delice düşünceleri gerçekleştirmemek için ellerinden gelen ne varsa yapmalarıyla başlıyor hikayemiz.

Kitabın ilerleyen sayfaları ve kahramanların yaşadıklarıyla beraber içime derin bir sıkıntı girmedi dersem çok büyük yalan söylemiş olurum.

Aslında Hakan Günday, azıcık bizleri yazmış ya da ne bileyim sizi yazmamışsa bile beni yazmış.. Bir dönem kitaptaki kahramanların yaşamı gibi bir yaşam geçirdiğim için daha çok sardı beni bu kitap.
"Bre Temur, aslında sen de azılı bir piçmişsin de haberin yokmuş" diye fısıldadım kendime.. Kendimden çok şeyler bulduğum için belki bu kadar harikaydı bu kitap..
Kitabı bir ay önce okumama rağmen hâlâ zihnim bulanık, hâlâ zihnim bulanık.. Kitabı bitirdiğim ilk üç gün bile zamanımın bir kısmını kitabı düşünmekle geçirdim. Cenk'i, Barbaros'u, Afgan'ı, Hakan'ı, sevgililerini, ailelerini....
Açık söylemek gerekirse sevgili dostlar, kitabın neresini nasıl anlatayım bilemiyorum. Yazarın kullandığı dilin güzelliğini mi, konunun bütünlüğünü ve sürükleyiciliğini mi..

Kusura bakmayın saçma sapan bir yazı oldu; ama alın okuyun; biraz da siz saçmalayın e mi.. Yalnız küçük bir not: Okuduktan bir süre sonra tekrar okuyun.

Yazarımızın affına sığınarak bir iki alıntı yapmak istiyorum kitaptan; umarım bana kızmaz. Bu arada alıntıların büyük bir kısmını http://www.kitapblogu.com/pic-hakan-gunday/ sitesinden temin ettim. Gamze Ay'a da teşekkür etmezsem çok büyük ayıp etmiş olurum.. Siteyi mutlaka takibinize alın derim.

Dünya üzerindeki yaşıtlarının yarısı gibi "Tanrı var mı, yok mu?" sorusunu hiçbir zaman sormamış olan piçler,Tanrı'nın var olduğunu bilir ancak ona inanmaz ve kulları olmayı reddederler. Tanrıtanımazların aksine Tanrı'yı bilir ama tanımazlar. Tanrı'nın yarattıklarını hatalı bulurlar. Tanrı'nın çalışma tarzını beğenmezler.

***

Çünkü Afgan gerçek bir piç gibi âşık olmuştu. Gerçek bir piç gibi âşık olmanın tek tedavisi ölümdü. Kadının değil, piçin ölümü..

***

Piçler, aşık oldukları kadını kendilerini kurtaracaklarını düşünür. Oysa hiçbir kadın dünyaya bir piçi kurtarmak için gelmemiştir.

***

“Gelecek, geçmişin merhametine kalmıştır ve insan, ikisinin arasında bir kurbandır.”

***

“Sıradan insanların intikamları da kendi değerleri dahilinde biçim bulur.”

***

“Piçlerin ölçüleri diğer insanlarınkinden farklıdır. Böbrek taşı düşürme sanıcısını, iş arkadaşlarıyla yenen bir öğle yemeğine tercih ederler. Acı ve zevk şiddetlerini yukarıdan aşağı sıralarken normlar dahilindekilerden farklı ölçüleri kabul ederler. Örneğin bir kravatı iş yerinde takmaktansa, kendilerini onunla asmayı daha uygun görürler. Takım elbiselerini tamamlayabilmesi için kravatın boyundan aşağı değil, baştan yukarı sallanması gerekir.”

***

“Memur bey, biz ne yaptığımızı bilmiyoruz. Her şey çok iyi gidiyordu ama sonra birden kendimizi sokakta bulduk. Yani yıllardır evlerde yaşadık ama ancak bu kadar dayanabildik. Şimdi buradayız. Hepimizin gideceği yerler var ama zaten biz o yerlerden geliyoruz. Dolayısıyla geldiğimiz yerle gideceğimiz yer arasında sıkıştık.”

***

"Para varmı?"
"Bugün yatmış olması lazım. Kartla alamam. Aylardır hiçbir şey yatırmıyorum. Kartı veren bankanın batmasını bekliyorum."

***

Kimse öz çocuğunun ihanetlerinden canlı kurtulamaz. Kurtulsa bile içi doldurulmuş bir av hayvanından farksız yaşar. Ve piçler her ne kadar bir çok geceyi ailelerinin leşlerinin hayaletleriyle geçirseler de, sabah hissettikleri tek acı bademciklerindeki sigara yanığıdır. Onun tedavisi için gerekenlerse diş macunu ve üç ayda bir değiştirilen diş fırçasıdır.

***


(Utanmasam tüm kitabı yazacağım)
Kitabı bana öneren sevgili öğretmenim Ayşe, teşekkürlerin en büyüğü sana..


Küçük bir soru işareti: İş aramak için Taksim'den Yenibosna'ya yürüyerek giden kahramanlarımız olumsuz yanıt aldığında neden kendilerine daha önce iş teklifinde bulunan Alemdar'a gitmediler? 

12 Mayıs 2013 Pazar

Bu Su (Yaşama Uğraşına Dair Bir Yol Haritası) - David Foster Wallace





Merhaba..
Merhaba..
Merhaba..
Merak etmeyin, yazımın giriş kısmına bu defa havaları suları katmayacağım rahat olun :)
Ama benim havamı sorarsanız (ki arada sorun, yazıktır) benim havam gayet yerinde. (Öneri: Nostalji yapalım gelin Sinan Erkoç'tan Havam Yerinde şarkısını dinleyelim bir yandan da)
Kısacık bir sohbet edelim; var mısınız?
Eee, hadi o zaman sorun "Havan yerinde değil miydi Temur Efendi?" diye..
Efendiiiim, bazı zamanlar derin sorgulamaların orta yerinde buluyorum kendimi. Havalardan mıdır, yoksa yediğim bi şeyler mi dokunuyor bilemiyorum bunun nedenini..
Kimileri gibi bende de umutla ilgili bir takım teknik sorunlar oluyor. Bununla birlikte gelen monotonluk da beni oldukça çaptan düşürüyor.
"Eee, nasıl topladın kendini bu defa?" diye sorun lütfen..
Sorduğunuzu farzediyorum. (En azından bir ya da iki kişi soracaktır sağolsunlar)
Çizdiğim hedeflere ulaştıktan belli bir süre sonra monotonluğa giren hayatımdan kaynaklı sorunlarım olduğunu farkettim. İsterseniz buna rahat batması, ister tatminsizlik deyin (Ben ikisini de diyorum); bir şekilde beni derin sorgulamalara itiyor, hayatımdaki başka eksiklerin ne olduğuna, yaptıklarıma, yapamadıklarıma takılıyor da takılıyorum.
Nihayet kendime yeni hedefler çizmem gerektiğini anladım. Bir takım yeni hedefler aldım.
Ayrıca farkettim ki, şu sıralarda insanlarla fazla ilgilenmeyip es geçiyormuşum. Biraz aralarına karışınca insan ne kadar eksik kaldığının ayırdına varıyor. Ya da ben öyleyim; bilemiyorum.
Size küçük bir sır vereyim mi?
Kendimi iyi hissetmek için insanlara bir şekilde yardım ediyor, onların sevinmeleri için bir takım çabalar sarfediyorum. Bunu onlar için mi yapıyorum? Ah! Sanırım hayır. Onlara iyilik yapıyorum; çünkü kendimi iyi hissetmek için buna ihtiyacım olduğunu keşfettim. Ne kadar da bencilim değil mi?
Herneyse, gene çok konuştum.
Konumuza dönelim iyisi mi..
Efendiiiiim, bu gece David Foster Wallace adlı yazarımızın "Bu Su" adlı kitabını inceleyelim.
Öncelikle kimmiş bu David Foster Wallace ona bakalım.
Wallace 1962'de A.B.D'de doğmuş bir yazarımız. İngilizce ve Felsefe eğitimi almış. Değişik, farklı bir kişi olmasının temelinde belki aldığı bu felsefe eğitimi vardır bilemiyorum. Kaldı ki babası da felsefe bölümü öğretim üyesiymiş. Kitabına göz attığımda farklı bir bakış açısı geliştirdiği ortada. Bunu, demin dediğim gibi aldığı felsefe eğitimine bağlıyorum; belki de değildir kişisel kanaatim bu yönde. Yazarımızın "Sonsuz Jest" adlı kitabını Times Dergisi 1923'ten beri yayımlanmış en iyi 100 ingilizce romanı arasına almış. Kitabı okumadım; ama onu da mutlaka okuyacağım. Ayrıca "İğrenç Adamlarla Kısa Görüşmeler" adlı kitabı da bir hayli dikkatimi çekti. Henüz okumadım; ama sanırım önceliğimi o kitaba vereceğim.
Üzücü olan şu ki, Wallace 12 Eylül 2008 yılında kendini asarak hayatına son vermiş. Böylesine bir insanın hayatına son vermesi gerçekten hem üzücü hem de büyük, çok çok büyük bir kayıp bu dünya için.

Herneyse efendim artık kitabımıza geçebiliriz.
Kitabımız "Bu Su" Siren Yayınları'ndan çıkmış. Küçük, gayet şirin bir kitap. Şayet siz de benim gibi elektronik ortamda kitap okumayı sevmiyorsanız, toplu taşıma araçlarında ya da dış mekanlarda rahatlıkla okuyabileceğiniz türden bir kitap. 141 sayfadan oluşan "Bu Su" nun her sayfası dolu dolu değil. Yanlış anlaşılmasın. Her paragraf bir sayfaya aktarılmış. Bu da okuyucuya derin esler vererek rahat bir okuma olanağı sağlıyor. Ama böyle diyerek de içeriği basite aldığımı zannetmeyin. Bir paragraftan rahatlıkla bir kitap çıkarabilirsiniz. (Olmadı iki paragraf diyelim, sizi mi kıracağım.)
Bu Su, Wallace'nin, mezuniyet töreninde öğrencilerine yapmış olduğu konuşmadan oluşan bir kitap. İnsanın  hayata bakışını, yaşayışını örnekler eşliğinde açıklayan yazarımızın tespitlerini açık söylemek gerekirse çok başarılı buldum. Tabi ben başarılı buldum diye sizin de başarılı bulmanızı bekleyemem. Ama Wallace'den mutlaka öğreneceğiniz bir şey olacağı inancındayım.
"Eee, nelermiş bu tespitler Temur?" diye sormayacaksınız bu defa biliyorum. Artık kitap hakkında genellikle ipucu vermediğimi beni takip edenler bilmekte. Ama bu defa küçük bir jest yapabilirim size :) Hadi bakalım neymiş bu tespitler beraber okuyalım:

"Ateşli silahlarla intihara teşebbüs eden yetişkinlerin hemen hepsinin kendilerini aynı yerden vurması bir tesadüf değildir. Kafalarından.
Bu insanların çoğu aslında tetiği çekmeden uzun zaman önce ölmüştür."

"Bıkkınlık ve gündelik hayata dair ufak tefek düş kırıklıkları hayatın asla bahis konusu edilmeyen önemli kısımlarındandır."

Sanırım bu kadarı yeter.
Anlattığım ve anladığınız gibi kitabı ve Wallace'nin kullandığı dili gerçekten çok beğendim. Alıp okuyunca ne demek istediğimi daha iyi anlayacağınızdan eminim.

Eee, artık gidilsin di mi?
Zaten hayli konuştum; ama sizinle konuşmak iyi geliyor bana..
Umarım bana iyi gelen size de iyi gelmiştir :)

Hadi bakalım, kaçalım..
Temur gider
Ve perde iner!..




Gitmeden evvel yazarımızı sizinle tanıştırayım da tam olsun :)

30 Nisan 2013 Salı

Grimm Masalları

Selam, selam, selam sevgili halkım..
Görüşmeyeli umarım afiyettesinizdir. Nisan ayının yerini Mayıs ayına devriyle beraber keyifli bir yorgunluk çöktüğünden midir yoksa her zamanki tembel yapımdan mıdır bilemeyeceğim (1. seçenek beni daha az mahçup ediyor) kitap yorumlarını uzun aralara yaydım. Ama aslına bakarsak 1 ayda 4 adet kitap yorumu aslında hiç de fena değil. Ben "Gerek iş - güç, gerekse arta kalan zamanda yapmam gereken işler nedeniyle ara ara yazdığım için affedin beni" dediğim zaman, siz de "1 aylık süreç için bu sayı gayet uygun" diyerek teselli edin beni, anlaştık mı :)
Herneyse efendim, lafı çok fazla da uzatmanın âlemi yok. İsterseniz artık kitabımıza geçelim.
Evet, bu akşam Pinhan Yayıncılık'tan çıkan Grimm Masalları kitabını inceleyeceğiz. Kitabımız 2 cilt ve toplamda 1068 sayfa.
İlgimi çeken tarafı, masalların orijinal hâli olmasa bile orijinale yakın kaynağından derlenmiş olması. Yayınevi, 1857 yılındaki 7. baskıda yer alan 211 masalı bize ulaştırmayı başarmış. "Aradaki fark nedir?" diye sormayacak kadar zeki olduğunuzu biliyorum ve lâkin şans eseri sayfamızla karşılaşan küçük kardeşlerimizin de olduğunu düşünerek (çok iyimserim sanırım) açıklamakta fayda görüyorum. Kitabın orijinal hâli ile şimdiki hâli arasında oldukça büyük farklar var. Pinhan Yayıncılık da özellikle bunu önplanda tutarak böyle bir baskı çıkarma gereği duymuş kanaatimce. Çok da iyi olmuş aslında. Burdan kendilerine ve kitabı çeviren Saffet GÜNERSEL'e sonsuz teşekkürlerimi gönderiyorum.
Gelelim, kitabımızın içeriği olan masallara. Efendiiiiim, dediğimiz gibi masallar şimdiki düzenlemelerden geçmediği için garip, korkunç, hatta "Bu nasıl olur!" diyebileceğimiz türden. Mesela 1. ciltin ilk hikayesi olan "Binderili" isimli masal, tüylerimi diken diken etti desek yeridir. Masal, bir kralın eşinin ölümünün ardından eşine çok benzeyen kızına aşık olmasını ve onu elde etmek için giriştiği maceraları anlatır. Evet, ne ben yanlış yazdım ne de sizin gözleriniz bozuk. Resmen kral, kendi kızına aşık olmuş. Nasıl da sapıkça değil mi? Masalın  tamamını ve vermek istediği ana temayı size her zaman olduğu gibi şimdi de anlatmayacağım. Alın, okuyun; ister "vay anasını!" deyin "ister "dağlara, taşlara!"
Kitapta bulunan her masal elbette böyle değil. Gerçi Külkedisi'nin kardeşlerinin, ayaklarını ayakkabıya sığdırabilmek için neleri feda ettiğini okuyunca derin bir şok yaşayabilirsiniz (Ben küçükken aynısını okuduğum için pek bir şok yaşamadım). Okurken, oldukça keyif aldığım ve "Vay be, bu harika" dediğim masallar oldu. Özellikle "Demir Hans" masalını çok ama çok beğendim.
Günümüzün birbirine benzeyen, masum ama sıkıcı masallarının yanında bu kitap gerçekten bir harika! Çocukluğumda TRT1 ekranlarında haftasonu sabahlarında izlediğim "Masal Tiyatrosu" programının tadını duyumsadım. Siz ne duyumsayacaksınız çok merak ediyorum doğrusu..
Bunun yanında masallarda kullanılan şimdiki diliyle illüstrasyon denilen resimler öylesine güzel ki ne desem eksik kalacak. Keşke, bu resimleri küçük kullanmayıp da bir tam sayfaya koysalarmış; ama elbette gerek sayfa sayısının artması, gerekse bundan kaynaklanan maddi artış nedeniyle bu şekilde yapmayı uygun görmüşlerdir diye düşünüyorum. Saygı duyarım.
Gelelim kapağa.. Kitabın kapağı da içeriği kadar etkileyici. Ayrıca özenle ciltlenmiş olmasından dolayı  kütüphanenize de gerçekten çok güzel bir görünüm kazandırıyor.
Bu kitap alınır ve kütüphaneye gururla konulabilir. İçinde bulunduğunuz dünyadan sıkılıp anlık da olsa başka dünyalara kaçmak için bu kitap birebir.
Eveeet, her zaman ki gibi bu akşam da gerçekten çok konuştum. Ama takdir edersiniz ki zaten az görüşüyoruz. O kadar da olsun değil mi :)
Artık gitme zamanı, hadi bakalım kalın sağlıcakla :)
Temur gider,
Perde iner...........





26 Nisan 2013 Cuma

Konumuz Dışı Bir Beyan



Evet, sevgili halkım. 
Havalar gayet güzel gidiyor, en azından bu benim için böyle. Anın tadı daha bir başka çıkıyor böyle zamanlarda. Sanırım sizin için de öyledir. Nitekim bahar, törpüsüdür yüzeysel sıkıntıların. 

Bu akşam size bahar hakkında özlü sözler ya da gazeller döktürmeyeceğim merak etmeyin. 
"Eeee, Kıran Temur; ne diye topladın bizi burda?"  diyeceksiniz ki dikkat ettiğim kadarıyla gerçekten bunu yapıyorsunuz ve yaptığım bu gıcıklığa verdiğiniz tepkiyi görmek beni neşelendiriyor. 

Efendim, 27 Nisan 2013 tarihi itibariyle sınava girecek bir öğretmen arkadaşımıza başarı dilemek için bu yazıyı hazırladım. 
"Eeee, bize ne bundan! Git başarını dile kardeşim!" deyip bana çemkirebilirsiniz; ama bence şöyle yapalım. Bana çemkirmekle geçireceğiniz vakti şu şekilde değerlendirelim:


"İnşallah, öğretmen arkadaşımız Cumartesi Günü girecek olduğu sınavı başarıyla sonuçlandırır ve bize oluşturduğumuz sinerji için teşekkür eder!" diyelim hep bir ağızdan... 
Hadi bakalım efendim; sinerjiler toplaşsın da Voltran'ımız coşsun..

Sınavzedemize kolay gelsin.. 
Sevgilerim yürekten efendim.. 



19 Nisan 2013 Cuma

Laf Evi - Serdar Aysev






Bir kez daha selam efendim :)
Güzel bir günün bir kısmını yine kitaplara ayırmanın zamanı geldi. Yorum yapmakta geciktiğim bir kitap var elimde. Başlıktan da görmüş olduğunuz gibi bu günkü konuğumuz "Laf Evi" isimli kitabıyla Serdar Aysev. 

Kitaba geçmeden evvel Serdar Aysev hakkında biraz konuşmak istiyorum. Çünkü hakkında konuşulması gereken ender kişilerden bir tanesi Serdar Aysev. Onu yakından tanıma imkânını bulmuş şanslı insanlardan bir tanesiyim. Serdar Aysev'le ilk karşılaştığınızda onda yazarlıktan çok bir dost sıcaklığını göreceksiniz. Karşısındaki kişi kim olursa olsun onun için önemlidir ve yaşı kaç olursa olsun bir insana gösterilmesi gereken saygıyı gösteren ender insanlardan bir tanesidir. "Ender insanlardan" tabirinin altını çizmekte fayda var. Günümüzde insanlar öylesine kendi derdine düşmüş ki artık duymak istese de kendinden başkasının sesini duyamıyor, görmek istese de göremiyor. Buna ben de dahilim açık konuşmak gerekirse. Serdar Aysev, her şeyden önce "farkındalığın" farkına varmış bir isim. Bu da onu "an"ın kıymetini bilen, ayrıntıları keşfetme heyecanı taşıyan birisi yapıyor. Üstelik bunu sadece kendi içinde yaşamıyor. Öğretmen kimliği öylesine hamuruna işlemiş ki keşfettiği şaşılacak ayrıntıları ve farklı bakış açılarını sizlerle paylaşmak da ona büyük bir mutluluk veriyor. Bunu konuşmasından ve gözlerindeki pırıltıdan rahatlıkla anlayabilirsiniz. Onunla beraberken  iki dost, hayatı keşfe çıkan iki kâşifsinizdir. Başta da dediğim gibi, onu yakından tanıma şansını yakalamış birisiyim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Serdar Aysev mutlaka ama mutlaka tanımanız gereken birisi. Tanıştığınız zaman ne demek istediğimi ve hakkında ne kadar az şey yazdığımı göreceksiniz. 

Eveeeet, gelelim kitabımıza. Serdar Aysev'in çok sevdiğim bir insan olması kitabına taraflı gözle bakacağım anlamına gelmez. Bir kitap neyse, onu anlatır; size bir fikir veririm. 
Öncelikle kitabı alacaksanız bilmeniz gereken önemli bir husus var. Öylesine okunacak bir kitap değil Laf Evi.  Onu alırken bilinçli davranmanız, çok ciddi bir kitapla karşı karşıya kalacağınızı bilmeniz gerekir. Toplu taşıma araçlarında ya da bir yandan müzik dinleyerek okunacak bir kitap değil. Neden mi? Öncelikle kitaptaki dilden bahsedeyim. Serdar Aysev'in cümleleri gerçekten çok uzun. Bu bana göre muhteşem bir başarı. Hangimiz uzun cümleler kuruyor ki artık içinde bulunduğumuz devirde. Kitabı değerli kılan unsurlardan bir tanesi bu. İşin tuhafı sevgili dostlarım, ismini vermeyeceğim dünyaca ünlü, ödüllü yazarlarımız bile uzun cümleler kurarken anlatım bozukluğu yaparken bu kitapta anlatım bozukluğuna hiç rast gelmedim. Bu kusursuzluk beni büyüledi. Açık söylemek gerekirse çok ama çok kıskandım yazarımızı. Keşke ben de böyle cümlelere sahip olabilseydim. 
İkincisi kitabın tekniği.. Yazarımız kitapta, bilinç akışı tekniğini öylesine ustalıkla kullanmış ki, romanın kahramanıyla bir anda özdeşiveriyorsunuz. Bilinç akışını yaşaması kolay ama yazması bu kadar zorken Serdar Aysev'in kusursuz derecede bu tekniği kullanması beni büyüledi. 
Günümüz yazarları ve yazar adayı arkadaşlarımızın bu nedenle Laf Evi'ni mutlaka okumasını öneririm. Bu kitap, size çok şeyler öğreteceği gibi benimsediğiniz üslûpta derin bir ıslahat yaratacak. 


Tavsiyemin ardından kitabımızın formatına bir göz atalım. Laf Evi'nin formatı oldukça zengin.  Kimi bölümleri bir senaryo havasında okurken kimi bölümlerde bir tiyatro izleyicisi oluverirsiniz. Bununla da kalmıyor. Beklemediğiniz bir zamanda bir masalla karşılaşıyorsunuz. Masal öylesine güzel, öylesine sürükleyiciydi ki hakkında ne yazsam eksik kalır. Çevirip çevirip okuduğum bir bölüm açık söylemek gerekirse. Bunun nedeni belki de benim masallara olan ilgimdendir bilemiyorum; ama okuduğunuz zaman sanırım siz de sürüklenip gideceksiniz. Kısacası yaptığı çeşitlilikle okuyucuyu şımartıyor Serdar Aysev. Evet, şımartıyor. Yeni kitabında ondan beklentilerim bir hayli yüksek. Beklentilerinizi yüksek tutma şımarıklığına nail oluyorsunuz bu sayede.. 

Gelelim kitabımızın konusuna. Kitabımızın konusunu fazla açmayacağım. Kahramanımız Harun, 12 Eylül mağdurlarından. Onu ve çevresindeki insanları çok yakından tanıyacak, psikolojik durumlarını ayrıntılarıyla inceleyeceğiz kitabı okurken. 

Kimi yerler öylesine yürek burkuyor ki bazı zamanlarda okumakta zorluk çektim. Derin nefesler alarak okunabilecek sayfalar vardı. Kimi yerlerde kitaba müdahale etmek geçiyor içinizden. "Böyle olmamalı" ya da "lütfen ilerleyen sayfalar böyle olmasın" diyeceğiniz yerler olacak. 

Heyecanlı, macera dolu bir kitap değil Laf Evi. Kitabın ağırlığı ve ciddiyeti de bundan kaynaklanıyor. Derin kişisel analizler ve duygu yoğunlukları arasında gidip gelmeyi seven okurlara daha çok hitap ediyor kanımca..

Bugün gerçekten çok fazla konuştum. 

Son olarak tekrar belirtmekte fayda var. Eğer ki yazma sanatıyla ilgileniyorsanız, Laf Evi mutlaka okumanız gereken bir kitap. 


Kitapta bir söz öylesine hoşuma gitti ki sizinle paylaşmadan gitmek istemiyorum:





Temur, gider
Perde iner.. 

Selamlar dostlarım :)
(Giderken Serdar Aysev'i sizinle tanıştırmakta fayda var.)




















17 Nisan 2013 Çarşamba

Kararsızlar Kitabı - Mücahit Çalgın

Selam, selam, bir daha selam dostlarım..
Yoğun tempom nedeniyle blogu aksatıyorum. Üstelik iki kitap yorumunun ardından. Ama onca yorgunlukla yapacağım yorum da gerçekten sağlıklı olmayacaktı. Böylesi daha iyi oldu. Kaldı ki, fazla bir inceleyen de yok sanırım. 

Aslında bu hoşuma gidiyor, az olsun - öz olsun. 
Herneyse efendim, beni bıraksanız nutuk üstüne nutuk çekerim. En iyisi iyice dağıtmadan konumuza geçelim.
Eveeeeettt.. Başlıkta da görüldüğü gibi bu oturumda konuğumuz Mücahit Çalgın'a ait Kararsızlar Kitabı isimli kitap. 

Nereden başlasam, nasıl başlasam..
Kitabın tanıtım yazısını okuduğum vakit, içimi büyük bir heyecan dalgası sardı. Çünkü gerçekten iddialı bir tanıtım yazısı vardı. Özellikle:

"Elindeki kitap senin kitabın. Sana özel hazırlandı. Aynısından bir başkasında olma ihtimali çok az. Çünkü sayfalar farklı dizildi." dediğinde beynimin ücra köşelerinde hafiften bir "Alacakaranlık Kuşağı" dizisinin o meşhur notaları yankılandı. 
Yazının devamında: "Kapaktaki soru işaretinin içindeki silüete bakarak soruna yoğunlaş ve on saniye kadar bekle, parmaklarını sayfa kenarlarında gezdir ve kendini hazır hissettiğin anda kitabı yavaşça aç. Cevabın karşında olacak. Soru biçimleri şöyle olabilir: Tatile bu hafta çıksam mı? Onunla konuşmalı mıyım? Bu işe girmeli miyim? Sınavım nasıl geçecek?
Yaşamınızdaki kararsızlıklarınıza cevap olacak güzel bir eğlence.." diyordu.
Kitap elime geçene kadar, 'acaba nasıl bir kitap, yoksa şu eski kitaplarda olduğu gibi şöyle karar verirsen şu sayfaya, yok böyle karar verirsen şu sayfaya geç cinsinden bir kitap mı?' diye diye çok düşündüm.
Nihayet kitap elime geçtiğinde, kitabın yüzünü jelatinini açmadan hafifçe okşadım. 
Kitabı öylesine ciddiye alıyordum ki, ona özel bir zaman dilimi hazırladım. Çayımı, sarma tütünümü, velhasıl kelam keyiflik ortamımı yarattıktan sonra yavaşça jelatinini çıkarıp kitabın kapağında elimi bir daha gezdirdim. Eveeet, ne diyordu kitap:
"Kapaktaki soru işaretinin içindeki silüete bakarak soruna yoğunlaş ve on saniye kadar bekle, parmaklarını sayfa kenarlarında gezdir ve kendini hazır hissettiğin anda kitabı yavaşça aç. Cevabın karşında olacak."
Kitabın hayatımda yeni bir çığır açacağını düşünerek usumda esaslı bir soru oluşturup kitabı açtım. Aman Allah'ım; hayır! Gördüğüm sayfada tek bir cümle vardı ve belirlediğim soru ile tamamen alakasız bir cevaptı. Kaldı ki, kitabı açtığımda tek bir cümleyle karşılaşınca yaşamış olduğum hâyâl kırıklığını siz düşünün. Kitabı iyice incelemeye aldıktan sonra olayı kavrayabildim. Aklınızdan bir soru belirleyip sayfayı açıyorsunuz ve tek bir cümleyle karşılaşıyorsunuz. Yani "Dünyada İlk" diyerek yayına sunulmuş bir kitabın içeriği bu şekildeydi. Öncelikle hafif bir kızgınlık yaşadım ne yalan söyleyeyim; ben kitabı çok ciddiye almıştım. Ama hata bendeydi. Neden mi; çünkü kitabın arka kapağında yazan:
"Yaşamınızdaki kararsızlıklarınıza cevap olacak güzel bir eğlence.." satırını dikkate almamıştım..
Evet, eğlencelik bir kitap; başı ve ya sonu yok. Aklınıza takılan bir soru olursa herhangi bir sayfayı açın ve cevaba bakın. Hepsi bu kadar. 592 sayfadan seçin seçebildiğinizi.. 
"Bu kadar mı Temur?" derseniz, evet bu kadar arkadaşlar. Kitabın içeriğini özetledim, almak ya da almamak size kalmış. Yalnız çocuklarınız varsa onlar için daha eğlenceli bir kitap olduğu da su götürmez bir gerçek.. Meraklı beyinlerin ve şansa inananların belki de başucu kitabı olmaya aday :)

Bugünlük benden bu kadar. Mücahit Çalgın'a buradan teşekkür etmek istiyorum yine de.. Dünyaya yeni bir tarz kazandırdığı için..

Sevgilerim yürekten..

Temur kaçar,
Perde iner..

Eyvallah..


6 Nisan 2013 Cumartesi

Eflatun Cem Güney - Masallar




Selam, Selam, Selam...
Eh, biraz geç geldim; ama insanlık hâli işte. 
Eveeet, sırada Eflatun Cem Güney'in hazırladığı "Masallar" isimli kitabımız var. 
"Ama Temur, oldu mu şimdi bu? Biz güncel kitapları takip etmek istiyoruz, senin yaptığına bak!" deyip söylenen arkadaşlar, bu kitabımız her evde olması gereken bir kitap. O yüzden öne aldım. 
Her neyse kitabımıza geçmeden önce kimmiş bu Eflatun Cem Güney bi bakalım:
Eflatun Cem Güney, geleneksel masallarımızı derleyen önemli isimlerden bir tanesi arkadaşlar. Hatta edebiyatla ilgilenenler onun bir adının "Masalcı Baba" olduğunu da gayet iyi bilirler. Peki neden masalcı baba? Çünkü sadece masal derlemekle kalmamış, kendisi de gayet güzel masallara imza atmıştır. Öyle ki Danimarka'daki Andersen Kurumu yazarımızın "Açıl Sofram Açıl" adlı eserinden dolayı kendisine "Dünya Çocuk Edebiyatı  Onur Belgesi" verdi. Yazarımız bu ödülü daha sonra "Dede Korkut Masalları"yla tekrar kazandı. Bu yüzden Eflatun Cem GÜNEY gurur duyacağımız isimlerden biridir. 

Herneyse kitabımıza geçelim. Kitabımızın kapak resmini koskoca İnternet'te bulamayınca (Kimbilir belki de ben çok beceriksizdim bulamadım) üşenmedim, açtım tarayıcının kapağını bir güzel tarattım; vatana ve İnternet camiasına hayırlı, uğurlu olsun. 

Aslında fikir ve kişisel yorumum yerine aşağıdaki önsözü ve masallardan birini sizinle paylaşsam daha iyi olur gibi geliyor bana. Bir okumaya başlayın isterseniz, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu arada bu metni http://www.fantastikedebiyat.com adresinden bulduğum için yazmakla zaman harcamadım. Huzurlarınızda siteye ve yazıyı paylaşan Kilgarvan isimli site idari sorumlusuna teşekkür etmezsem çok büyük ayıp etmiş olurum. Büyüksünüz be! Herneyse yazımıza geçelim:





HER MASALIN BAŞI


.
    Bizim de bir masal dünyamız var; uçsuz, bucaksız bir dünya bu! Keloğlan’ı da içine alır, Köroğlu’nu da; peri kızını da içine alır, dev anasını da; seni de içine alır, beni de; gene de bir fındık kabuğuna sığar, yedi dünyaya sığmaz. Hani, şu masal dünyasını bir dönüp dolanayım diye, demir çarık, demir asâ yola düşseniz; dere, tepe düz, altı ayla bir güz gitseniz, bir arpa boyu yol gidersiniz ancak! İyisi mi, gelin derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçerek; lâle sümbül derleyip, soğuk sular içerek; daha da yorulursanız Hızır’ın atına binerek bir tandır başına götüreyim sizi.

,   Vay ne masallar, ne masallar var orada; makas kesmedik, iğne batmadık masallar! Oturup bunları dinlemekle kalkıp şu dünyayı dolaşmak bir bence... Öyle ya, masal deyip geçmeyin; kökleri vardır geçmişte, dayanır durur dağ gibi... Dalları var üstümüzde; yeşerir gider bağ gibi... Ama anlatılacağı gibi anlatılırsa... Zira asıl tadı anlatılışındadır bunların; hele masal ağzıyla iki tekerleyip bir yuvarlamasını bilen masal ustalarından dinlenirse tadına doyum olmaz doğrusu.
.
    Ha, işte bu niyetle sizi bir tandır başına götüreyim dedim ama, bir yer bulabilirsek ne mutlu! Çünkü Allah’ın kışı, tandırın başı olur da kim gelmez. Çağrılan da gelir, çağrılmayan da; haylanan da gelir, huylanan da; ahlanan da gelir, ohlanan da, Kambur Ese de gelir, Sarı Köse de; hâsılı, seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan her yumurtaya bir kulp takana kadar kim var, kim yok; sırtı bütün, karnı tok... cümlesi gelir toplanır ama, masalcıbaşıyı masala başlatmak kolay mı?
.
    Mübarek, kendini naza çektikçe çeker; onu söyletmek için her biri bir dereden su getirmeye başlar. Kimi yukarıdan atıp aşağıdan tutar, kimi ağzını yumup dilini yutar; kimi ince eğirip sık dokur, kimi süt dökmüş kedi gibi oturur; kimi akıntıya kürek çeker, kiminin kırdığı ceviz kırkı geçer; daha bir yığın maval, martaval derken masalcımızın çenesi açılır, gayri öyle bir dizip koşar ki, ağzından bal akar, dili de kaymak çalar balın üstüne!
. 
.   İmdi; kalem benim, söz onun; nokta benim, harf onun; okuyun okuyabildiğiniz kadar. Okudukça gönlünüz gül olup açılacak; diliniz bülbül olup şakıyacak.


Eflatun Cem GÜNEY




SEDEF BACI 
..
.
    Benim adım Kamber. Minareden uzun mumbar yedim, içtim doymadım...  Harda, hurda, şurda, burda, tarla, bağda; yedim, içtim, doymadım... Aman bacı, kaldır sacı, yağlı bazlamacı yedim, içtim, doymadım... Dere gibi hoşaflar, tepe gibi pilavlar, ambar ambar yulaflar yedim, içtim doymadım... Denizi çorba ettik, gemiyi kepçe ettik, daha bilmem ne ettik yedim, içtim; davula döndü karnım, ne sakalım tum tum etti, ne bıyığım cum cum etti, dudaklarım bile duymadı. Baktılar ki, dünyayı yesem doyduğum, doyacağım yok, “daha da doymazsa gözünü toprak doyursun” deyip Akdeniz’in martısı, zeytinyağının tortusu, hoştur makarnanın yoğurtlusu... Tepsi tepsi önüme sürdüler ya, sensiz boğazımdan geçmedi. Yükledim bizim uzun kulaklıya, size getiriyordum ama, ırmaktan geçerken kurbağalar vırak vırak deyince, bırak bırak anladım, bıraktım oracıkta... Uzun kulaklının da ayakları mumdanmış, eriyip gitti suda...


    Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir padişah varmış; padişahın da üç oğlu, bir kızı varmış. Babaları dünyayı verseler vermez, tacından tahtından üstün tutarmış onları. Analarının gözünde de oğulları oğul balından tatlı, kızları da kaymak çalıyormuş ya balın üstüne, balına kaymağına doymadan gitmiş yoksa hatuncuk. Koca saray karalara boyanmış ama, kara vezir: 
. .
“A devletlim! Kara gün kararıp kalmaz ya, gayri on parmağını kandil edip yakacak bir ana lazım bunlara!” demiş ve allayıp pullayıp Karakız’ını padişaha vermiş. Vermiş ama, hangi parmağını kandil edip yakacak, kara vezir kızının on parmağında on kara! Allah böylelerinin şerrine uğratmasın. Padişahı avucunun içine alıncaya kadar cariyelerin bile yüzüne gülmüş; velakin saman altından usulca su yürüterek karasını bulaştırmadık birini bırakmamış; ille üvey kızına, ille üvey kızına... Öyle bir yağlı kara sürmüş, öyle bir yağlı kara sürmüş ki, kırk dereden su getirmişler de, yine çıkaramamışlar; öyle ya, iftira dediğin Kaf Dağı’ndan yüce! Babasının bile gözünden düşmüş, ocak başına attırılmış.
.
    Bir var ki bacı kardeş ciğerdir, birbirinden ayrılır mı! Geceleri baş başa verip başlarına gelenleri bir söyler, iki dökerlermiş. Günlerden bir gün yine birbirlerine dert yanarlarken, üvey anaları olacak, uğrun uğrun gelip de kapıyı, bacayı dinlemesin mi! Kuzgun misali üstlerine yürüyerek: “Bre baş belaları, demiş; yine baş başa verdiniz de ne çorap örüyorsunuz başıma? Durun bir, öyle bir ayın oyun edeceğim ki size, felek de beğensin.”
.
    Meğer kara vezir kızının sade on parmağı on kara değil, büyücülük de geliyormuş elinden... Önce, nasıl büyülemişse büyülemiş onları... Sabah sabah üç şehzadenin üçü de birer kuş olup kanatlanmasın mı? Kara yazılı bacıları neye uğradığını bilememiş. Bir gözü havada bekleyip durmuş ama, ne bir kanat sesi, ne bir kardeş nefesi... Cümle kuşlar yuvalarına dönmüş, onlar dönmemiş. Gayrı, saray başına zindan olup:
.
    “Ya dağ dağ dolaşır bulurum; ya da araya araya yollarda ölürüm; dünyaya geldim de ne buldum sanki!” demiş ve o gece sular uyurken fedai başını alıp yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş; altı ayla bir güz gitmiş, gide gide bir dağın tepesine yetmiş; aklı karalı kuşlardan kardeşlerini sormuş ama, dizi dizi uçup gitmişler de ne bir ağız, ne bir dil, ne de kanatlarından bir tel vermişler ona. Güvendiği dağlara kar yağınca, gözlerinden süyüm süyüm yaş döküp öyle bir ah ü zar etmiş ki bu bahtı kara kız, acep yürek olur da dayanır mı ola...
.
    Allah’tan olacak, bir de bakmış ki, ne görsün? Üç kuş, üçü de ak kuş, başının üstünde dönüp dolanıyor! Hemen kollarını açmış ama, hiçbiri gelip de dalına konmamış, döndükçe dönmüşler başında...

   Sihir bu ya! Meğer üvey anaları bunları öyle bir kuşa benzetmiş, öyle bir kuşa benzetmiş ki, gün batıp da sular karardı mı ete kemiğe bürünüyor; insan  olup görünüyorlarmış. Gün doğup da ortalık ağardı mı tüye, teleğe geliyor; kanatlanıp uçuyorlarmış.
.
   Ha işte o gün, döne döne yorulan,yorula yorula dönen bu üç kuş, ortalık kararınca üç kardeş olup bacılarının etrafını almış; başlamışlar birbirlerinin yüzünü gözünü öpmeye ve başlamışlar başlarına gelenleri sayıp dökmeye, gayrı gözlerine uyku girer mi? Şafak sökerken:
.
   “Bacı, demişler, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde mesken tutup da ne yapacağız? Bu dağın ötesinde bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında da bir oda var, çam kokularıyla örülmüş, kuş sesleriyle döşenmiş bir oda; insan, değme saraylara değişmez onu. Gün doğunca seni kanatlarımıza alıp oraya götürsek nasıl olur? Dağda belde seni bir yardan atarız diye korkma sakın; bindiğin kanat, kardeş kanadıdır, üvey ana parmağı değil!”

    Sedef Kız’ın canına minnet! Sabah sabah üç kardeş üç kuş olup kanat kanada vermiş; o da bu kanatların üzerine binmiş, süzülmüşler göğe doğru... Ve bir göz yumup açıncaya dek, inmişler inecekleri yere! Doğrusu cennet gibi bir yermiş ama, kızcağız ne dal dal ağaçlara elini uzatmış, ne bal bal meyvelere... Kardeşleri pır deyip de havalanınca göklere, o da kendini atmış göllere. Meğer, gölün suları her derde deva, her hastalığa şifa imiş. Sedef Kız, “arılık duruluk!” deyip de dalınca bir, ne alnının karası kalmış, ne yüzünün karası!
.
    Kuş kardeşleri yazıdan, yabandan dönüp de, onu öyle “sütten ak, sudan pak” görünce, sevinçlerinden deli divane olmuşlar: “Bacı bacı; aklardan ak bacı; seni üvey ananın yarasından, beresinden kurtaran Allah; bizi de onun tüyünden teleğinden kurtarırsa, gayrı ömrümüz boyunca bu zümrüt sarayda güllerle gün, bülbüllerle düğün eyleriz!”
.
    Demişler, kim bilir daha da ne diller dökmüşler birbirlerine; sonra gözlerine uyku dolup da süzüm süzüm süzülünce, her biri uzanmış kendi yerine... İnsan, ne hülya ile yatarsa, o rüya ile uyanır derler... Önce yedilerden mi, kırklardan mı biri görünmüş Sedef Kız’ın gözüne: “Kızım demiş; ayrık otundan birer gömlek örer de giydirirsen kardeşlerine, evvel Allah büyüleri bozulur, yine insan olup insan içine çıkarlar ama, bir var ki bunları örüp bitirinceye kadar kimseyle dünya kelamı etmeyeceksin. Haydi şimdi, anlam, dinle güveniyorsan başla!
.
    Sedef Kız uyanmış, rüyasına inanmış; gayrı vakit, fırsat fevt eder mi? Kardeşleri uçup gidince, o da tutam tutam ayrık otu toplayıp, birim birim gömlekleri örmeye başlamış. Akşam üstü kardeşleri dönüp de onu öyle ağızsız, dilsiz örgü örer görünce bunu bir mânaya yoramayarak:
.
    “O üvey ana olacak kara cadının eli her yere uzanır; dili her yana döner. Sakın ola, bu kızın yüzündeki yüz karası silinirse, dilinde de dil yarası çıksın, diye, büyü üstüne büyü yapmış olmasın?” deyip, arı gibi her çiçeğe konmuşlar, derde deva ot koymamış yolmuşlar ama, bacıları ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden...
.
    Kuş kardeşlerinin hayalden, düşten haberleri yok ya, hele onlar devasını arayadursun, bir gün bir padişahın oğlu, o taraflarda salınıp seyran ederken, yamaçtan yamaca Sedef Kız’ı görmüş, gözlerine inanamamış. Hemen atını o yana sürmüş, “hangi dağın gülü, hangi bağın bülbülü” olduğunu sorup soruşturmuş ama, ağzından bir çift söz alamamış. Bir bakmış: “Peridir bu!” demiş; bir bakmış “dil bilmezin teki” demiş. Ama ne olursa olsun, padişah oğlu Sedef Kız’a öyle bir vurulmuş ki, hemen toy düğün etmeyi kurup, kendi eliyle bindirmiş atına. Yolda üç kuş peyda olup başının üstünde uçmaya başlamış; günden güneşten korumak ister gibi... Bu üç kuşun üç kardeş olduğunu bildiği yok ya, padişah oğlunun garibine gitmiş bu... Neyse, az gitmiş, uz gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, gün akşam olmadan varıp saraya yetmişler.
.
    Padişah, oğlunun bir dediğini iki eder mi, hele böyle mürüvvet görecek olduktan geri... Daha o akşam davullar dövülmüş, düğünler kurulmuş ama, gel gelelim Sedef Kız, ne allar giymiş, yeşil üstüne; ne kınalar koymuş, sedef üstüne. İlmek üstüne ilmek atıp, gömlek üstüne gömlek örmüş, bir gün olur, rüyalarım çıkarsa diye...

    Meğer gözdelerden biri, onu göz altına almış, her halini yazıp defter ediyormuş. Akşamın bir vaktinde padişah oğlunun yanına çıkıp: “A benim şehzadem demiş; şu senin nişanlın olacak kız ne bir peri, ne de dil bilmez biri... Lamı, cimi yok, ya büyücü, ya sihirbaz! Gündüzleri üç kuş gelip pencereye tık diyor; geceleri has bahçeye çık diyor; o da o saatte çıkıyor ve neden sonra ayrık otu toplayıp dönüyor, dönüyor ama, kim bilir başınıza ne çoraplar örüyor."

   Padişah oğlu, Sedef Kız’ın üstüne bir toz kondurmak istememiş ama, üç gün üç gece kollayıp da, söylenenlerin harfi harfine doğru olduğunu görünce, neye uğradığını bilememiş. Hemen çağırıp sorgu, suale çekmişler, ama, biçare kız, ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden; her sorulan, bir damla yaş olmuş gözünde... Ve lâkin onun gözüne, göz yaşına kim bakar gayrı... “Sükut ikrardır!” deyip büyücülüğüne hükmetmişler; “böylesi güzelin, güzelliği başını yesin” deyip, başını istemişler cellattan.
.
    Cellat başı, son vasiyetini sormuş kızın, yine bir ses çıkmamı dilinden. Cellat başı “vaktine hazır ol” demiş, yine örgüsünü bırakmamış elinden. Derken derken, üç kuş gelip başının üstünde dönmeye başlamış. Cellat başı akı karayı yitirip, ne yapıp yakıştıracağını düşünüp dururken, Sedef Kız da gömleklerini örüp bitirmiş ve tutup bunları bir bir kuşların üzerine atmış. Hikmeti hüda, bu üç kuşun üçü de filiz gibi birer delikanlı olup bacılarının boynuna sarılmış. Görenler bunu da büyü mü sanmış, ne sanmışlarsa parmakları ağızlarında kalmış. Ha işte o zaman Sedef Kız’ın ağzı dili açılıp:


    “Cellat başı, cellat taşı yerinden kaçmıyor ya, önceden önce beni padişahın huzuruna çıkar. Başıma gelenleri bir bir ona dökeceğim gayri... Yine de başıma ferman eylerse, ne yapalım, boynum kıldan ince...” demiş ve gidip üvey ananın yüzünden çektiklerini iki göz, iki pınar anlatmış padişaha.
.
    Padişah, Sedef Kız’ın sedeften de arı bir kız olduğunu anlayıp kendi oğluna almış. Üstelik, üç kızını da, Sedef Kız’ın üç kardeşine vermiş. Bunlar kırk gün kırk gece düğün eylerken, öte yandan üvey anaları olacak kara vezir kızının kırk katıra mı, kırk satıra mı verildiği haberi gelmesin mi! Eee, eden bulu, etmeyenler erer muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü; üçü de başkalarının alnına kara sürmeyenlerin başına!


                                               
                                                    KİŞİSEL YORUM

Valla sizi bilmem; ama ben sıkılmadan, keyifle okudum. Kitabın öyle güzel bir anlatımı var ki ben basit okuyucu kimliğimle bir eleştiride bulunursam hıyarlık etmiş olurum. Bunun yanısıra kitapta artık unutulmaya yüz tutmuş o kadar çok deyim ve atasözleriyle karşılaşacaksınız ki: "Vay halasını, ben bunu daha önce hiç duymamıştım" deyip gülümseyeceksiniz. 

Eflatun Cem GÜNEY masalları her evde bulunması gereken önemli bir kültür hazinesi. Bu kitabı kendinizden mahrum etseniz bile çocuklarınıza böyle bir şey yapmayın. Temin edin, alın dursun bi köşede. Canınız sıkıldığında illâki gözünüz değecek bu kitaba ve masalın birini okuduktan sonra dudağınıza bir gülücük iliştiğini göreceksiniz. 


(Ya bu arada blogun yazı puntoları konusunda bir sıkıntısı var; yazı gözünüzü zorluyorsa kusura bakmayın; ama "yok ille sövmeden edemeyeceğim" diyen arkadaşlar lütfen hedef olarak Blogger'in sistemine kilitlensin..)
Herneyse, bu gece acayip çok konuştum beyler, bayanlar; abiler, ablalar...
Sürç-i lisân ettiysek affola.. 
Hadiyin Temur kaçar..

Sevgilerim yürekten..