2 Aralık 2013 Pazartesi

Kayıp Gül – Serdar Özkan



Selam, selam, selam güzel insanlar.

Aralığın aralığından da girmiş bulunduk. Zaman nasıl da farkında olmadan geçip gidiyor üzerimizden. Bülent Ortaçgil geliyor aklıma “Anlamak, çözmeye yetmez be Temur Efendi!” diyorum kendi kendime. Herneyse, çok konuşup sizi sıkmamakta fayda var.
Belki bir gün “Konumuz Dışı Bir Beyan” açıp bol bol gevezelik yaparım; kimbilir.
Evet, bir Greek havası atıp başlayalım kitap yorumumuza.

Bugün, Serdar Özkan’ın ilk kitabı olan Kayıp Gül’den bahsedeceğim size. Aslına bakarsanız epey oldu bu kitabı okuyalı; ama hakkında yazmak bu zamana kısmetmiş.

Kayıp Gül’ün varlığından alışveriş yaptığım kitap sitesi sayesinde haberdar oldum.
Tanıtım yazısında bu kitabın tam kırk üç dile çevrildiği ve elliyi aşkın ülkede yayınlandığını okuyunca merak ettim. Eee, hak verirsiniz ki bir “ilk roman”ın nasıl bu kadar başarı kaydettiğini insan ister istemez merak ediyor. 

Bunun yanında kitabın arka kapağındaki yorumlar da kitabı öve öve bitiremiyordu. Özellikle “Helsinki Sonomat”ın “Türklerin Küçük Prens’i tüm dünyayı büyülüyor.” Yorumu bir “Küçük Prens” hayranı olan Temur’u heyecanlandırmaya yetmişti.

Herneyse; devam edelim…

Kayıp Gül, Timaş Yayınlarından çıkmış 205 sayfalık bir kitap.
Kahramanımız Diana aslında öykü yazarı olmak isteyen fakat – bizim mahalle baskısı diye adlandırdığımız – toplum baskısı nedeniyle rotasını avukatlık mesleğine çevirmiş bir kızımız. Kendisi babasız büyümek zorunda kalmış insanlardan bir tanesi. Hayatını annesiyle idame ettiren Diana’nın bütün dünyası, annesinin rahatsızlığıyla değişir. Yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı günlerden birinde annesi, Diana’ya öldükten sonra açıp okuması kaydıyla bir mektup verir. Diana zor da olsa annesinin istediğini kabul eder.

Zaman geçmiş ve Diana’nın korktuğu başına gelmiştir. Evet, annesi artık hayata gözlerini yummuştur.

Mektubun açılma zamanı gelmiştir. Merakla mektubu açan Diana’nın hayatı artık iyiden iyiye alt – üst  olmuştur.

“Öldü!” diye bildiği babasının aslında ölmediğini, kendilerini terk ettiğini öğrenir sevgili Diana’mız. Yaşadığı şok bununla da bitmeyecektir üstelik. Babası kendilerini terk ederken yanına Diana’nın varlığını hatırlamadığı ikiz kız kardeşi olan Mary’i de yanında götürmüştür. Aradan geçen uzun yılların ardından babası Mary’e annesinin adresini vererek mektupla iletişim kurmasını sağlamıştır. Fakat annesinin öleceğini öğrenen Mary, bu gerçeği kaldıramaz ve geride bir mektup bırakarak ortadan kaybolur. Annesi, mektubunda Diana’nın ikiz kardeşini bulup ona sahip çıkmasını istemektedir.

Eveeet; artık maceramız başlamıştır efendim!
Önümüzde çözülmesi gereken bulmacalar, mektuplar, seyahatler, yeni kişiler uzanıp gitmekte.
Hikayenin bazı yerlerinde her ne kadar tutukluk yaşansa da genel anlamda sürükleyici.
Bunun yanı sıra bir ilk romanda yazarın baş karakter olarak karşı cinsi seçip onun dünyasını bizlere sunması gerçekten cesurca ve takdire şayân.

Kitabı genel bağlamda beğenmiş olsam da daha önce de söylediğim gibi kimi yerlerdeki tutukluk dikkatimi çekti. Ama bir ilk roman için bu bir sorun teşkil etmez kanaatindeyim. Üstelik, benim tutukluk olarak gördüğümü bir başkası tutukluk olarak görmeyecektir mutlaka. Nihayetinde basit bir okuyucudan öteye geçmiş biri değilim.

“Basit olmayan okuyucu” nasıl diye sorarsanız; anlatması gerçekten çok uzun. Yine de size şöyle bir örnek vereyim. Vakti zamanında bir kitap yazmıştım. (Yayınevlerinin nazlarını çekemeyecek kadar agresif ve çabuk rest çeken biri olarak yayınlatmayı düşünmüyorum artık) Kitabı, Edebiyat Öğretmeni bir arkadaşıma sundum. Karşılığında çıkarmış olduğu notlar beni tepetaklak etmişti. Arkadaşım kullandığım kelimelerden ve kurduğum cümlelerden çocukluğuma inmiş, yaşadığım travmaları bana tek tek aktarmıştı. Onu tanıdıktan sonra kendimi öylesine biri gibi gördüm iyice.
Keşke boş bir vakti olsa da o bir blog hazırlasa, okumaya doyamazdık hakkaten. Herneyse, konuyu çok dağıttım gene…

Kitabımıza dönelim.

Kitabın sürpriz finalini maalesef kitabın ortalarında keşfettim. Kitap, yarısına geldiğinde kendini çok belli etmiş. Bunun, benim hislerimle ilgili olmadığını “canım ötesi” dostum Suat’ı dinleyince iyice anladım. O da kitabın sonunu, sonu gelmeden tahmin edince kitabı okumayı yarım bırakmış.
Yine de bana kalırsa alıp okunabilinecek bir roman Kayıp Gül.
Özellikle kahramanımız Diana’nın yolu İstanbul’a düştüğünde otel sahibi Zeynep Hanımla tanışıp ondan güllerin dilini öğrenmeye çalıştığı anları keyifle okuyacaksınız.
Bakalım, güllerin dilini öğrenebilecek mi?

Evet, kitabımız hakkında söyleyeceklerim bundan ibaret. Yakın zamanda Serdar Özkan’ın “Hayatın Işıkları Yanınca” kitabı  için de bir başlık açacağım. Umarım, sorumsuzluğum gecikmeme neden olmaz.

Son olarak, kitapta hoşuma giden kimi cümleler var; hazır elim değmişken birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum:

•    “Ama Mary sonunda kendi düşünü kovalamayı sürdürmüş. Başkalarının beklentilerinin esiri olmamış benim gibi.”
•    “Ama kafa yormam gereken bir şey var. O da, benim tıpkı Artemis gibi, başkalarına bağımlı olduğum gerçeği. Ve bunu gizleyebilmek için de, tanrıça maskesiyle dolaşan bir zavallı olduğum gerçeği!... “
•    “Diana… Hem başkalarından şikayet ediyorsun, hem de kendini bir başkasına soruyorsun. Unutma ki, senin için ben de bir başkasıyım.”
•    “Hiçbirimiz kusursuz değiliz. Kusursuz olmak zorunda da değiliz.”
•    “Peki ya kendi hayatımızı değil de, başkalarının bizim için seçtiği hayatı yaşıyorsak? Bu mu doğal olan?”
•    Peki şimdi ne oldu da fikrin değişti? Yoksa sen de mi “büyüdün” benim gibi?
•    “Düşler gerçekleşecek olanın mayasıdır.”

Eh, artık Temur gitsin ve perde insin efendim!
Sevgi, saygı, arzu, hörmet hepinize;
Sevgilerim yürekten…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder