31 Mayıs 2015 Pazar

Tüzükât-ı Timur


Bir seneden daha fazla bir zamanın ardından dönüp dolaşıp dükkânıma girmiş bulunmanın sevinci içindeyim. Bloğumu takip edenlerin bana kızacağını sanmıyorum. Bağımlılık yapacak bi’ şeyler yazmıyorum nihayetinde.

“Eee uzun zamandır nerdesin böyle?” diye soracağınızı da sanmıyorum; ama kısa bir özet geçmek gerekirse sağda – solda zaman geçirdikten sonra az da olsa yazma fırsatı bulduğum bi’ metrukhane ayarladım.

 “Senin için ideal bi’ ev. Bohem hayatını sevdiğin için böyle bi’ yer ayarlamışsın anlaşılan.” diyen dostlara “Ne bohemi oğlum? Para buna yetti, bunu aldım.” cevabını vermekten gınalar geldi de geçiyor.

Metrukhanemin en sevdiğim tarafı İstanbul’un tam merkezinde olmasına rağmen hiçbir telefon operatörüne ait baz istasyonunun bulunduğum noktaya ulaşamıyor oluşu. Böylece konuşmaktan nefret ettiğim telefona bakmama gerek kalmıyor. Telesekreterdeki ablamız benim yerime gerekeni yapıyor fazlasıyla. (Burdan sizlerin aracılığıyla Turkcell camiasının gözlerinden öperim)
İkinci en sevdiğim kısım ise, sevgili odamın salondan büyük olması. Bu sayede bir yandan “Ray Malifalitiko” şarkısını tersten söylerken bir yandan da odamı yaratıcı bi’ şekilde dağıtabiliyorum. Özgürlük lan bu!.. J

Bu da yetmezmiş gibi kapalı balkonumdan önümde uzanan seksi incir ağacının da keyfini akşamları sigara eşliğinde çıkarıp türküler mırıldanabiliyorum. Bahçesi her ne kadar başkasına ait olsa da “göz hakkı” diye bi’ şey var di’ mi? Gözümü doyuruyorum resmen..
Herneyse, bi’ hayli konuştum; ama şükür ki gereksiz agresiflerden değilsiniz. Sizi bu yüzden takdir ediyorum ya..




Herneyse… Bu akşam size, benim için önemli olan bir kişisel gelişim kitabını anlatacağım. “Temur, biz buraya Aksak Timur’un Tüzükât-ı Timur’unu anlatman için geldik!” diyebilirsiniz. Deyin. İlerde gereken açıklamayı yaparım ben size.

Hazırsanız, konumuza geçelim. Belki fonda “Güzel ve Çirkin’in Prologue” melodisi çalıyordur, ha?
Tüzükât-ı Timur, Emir Timur’un kendi eliyle kendi tarihini ve yasalarını yazdığı bir kitap. Bu kitapta onun, saltanat mücâdelesini, orduyu ve devleti yönetme ilkelerini, toplum ve din anlayışını, felsefe ve ideallerini okuyacaksınız.

30 fasıl ya da bir başka deyişle 30 kengeşten oluşan kitap, Timur’un Tuğluk Temir’le başlayan saltanat mücadelesinden Yıldırım’la yaptığı Ankara Savaşı’na kadar uzanır.

Kitabın girişinde yazdığına göre (Ben yazıcının yalancısıyım) kitabın aslı, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde okuyan sevgili öğrenci arkadaşlarımızın çok sevdiği Çağatay diliyle yazılmış. El yazması bi’ nüshası 17. Yüzyıla kadar Yemen valisi Ca’fer Paşa’nın kütüphanesinde muhafaza edilmiş. Sonrasında Farsça ve İngilizce’ye çevrilen kitap yavaş yavaş Arapça’ya, Türkçe’ye diğer dillere çevrilmiş. Bu arada rivayetlere ve eldeki kanıtsızlığa bakacak olursak kitabın orijinali ortada yok. Ne yalan söyleyeyim, benim elimde olmasını çok isterdim. 

İnsan Yayınları’ndan çıkan bu 150 sayfalık kitapta hoşuma giden şeylerden bir tanesi de kimi kelimelerin orijinal yerinde kullanılması. Alihan Töre Sağuni, bunun nedenini bu kelimelerin Fars dilinde yeterli karşılığının olmayışına bağlıyor. Bu kelimelerden örnekler de kitabın hemen bu başlangıç sayfalarında verilmiş. Sizinle paylaşayım:

Çapul: Hücum
Çapkulaş: Kılıç muharebesi
Çapılçar: Savaşa toplanma
Savrı: Hediye
Suyurğal: Maaş, yer – mülk
Kabu: Fırsat
Hazır elim değmişken benim de kitaptan seçip sevdiğim kimi Farsça da olan kelimeleri yazayım:
Kengeş: İstişare
Tefe’ül: Kur’ân’dan sayfa açıp hayra yorma
Leşker: Asker, ordu.
Karavul: Keşifçi. Han karargâhı ve civarını, ordunun merkezi, kanatları, önü ve arkasını korumakla vazifelendirilen askeri birlik.
Hiravul: Öncü birliği, kanatları koruyucu askeri birlik
Çapavul: Aniden baskın yapan birlik
Şakavul: Leşker kanatları önünde yer alan özel askeri birlik, ihtiyat birliği.
Caranğar: Leşkerin sol kanadı.
Baranğar: Leşkerin sağ kanadı.
Ğol: Kol, leşkerin merkezi.
Şabhun: Gece baskını.
Tingçi: Casus.
Yol bolsun: Yolunuz açık olsun anlamına gelse de metindeki anlamıyla Timur “Şimdi, kaçmaktan başka çareniz kalmadı. Yolunuz açık olsun.” diyerek dokundurmuş.
Başbalmak otu: Yenilebilen bir çeşit bitki; hayıt (Beşparmak otu) olabilir.
Konalga: Konaklanacak menzil.

Gelelim bu kitapta ilgimi çeken bölümlere.

Timur, kitabına hocasının mektubuyla başlar:
Pîrim Ebû Bekir Taybâdi bana yazmıştır ki; “Ey muzaffer Timur! Devlet işlerinde şu üç şeyi ihmâl etme: Birincisi istişâre, ikincisi sabır, üçüncüsü sağlam ve uyanıklıkla iş yapma. Çünkü istişâresiz giden saltanat yolu yanlış, sonu pişmanlık olur. Saltanat işlerini yürütürken hiçbir şeyi istişaresiz yapma ki, pişmanlık duymayasın. Şunu da bilmen gerekir ki, saltanat işlerinin tamı tamına yarısı bu yolda karşılaşacağın her türlü zorluğa sebat göstererek sabretmektir. İkinci yarısı ise, bazı şeyleri bilip bilmezlikten, görüp görmezlikten gelmektir. Kısacası, her işte sebat ve sabır göstererek uyanık olup bahadırlık yaparsan, bütün işleri başarabilirsin. Vesselam.”
Burada yazılmış olan sözler, saltanat işlerinde benim için en doğru kılavuz oldu. Buna uyarak siyaset işlerinin dokuz kısmını istişâreyle yürütüp sadece bir kısmını kılıca bıraktım. Geçmişteki bilginler demişlerdir ki: “Yerli yerinde yapılan bir iş ile yenilmez ordu yenilir, alınmaz şehir alınır.” Benim tecrübemle sabittir ki, iş gören, uyanık, sezgileri kuvvetli bahadır bir kişi böyle olmayan bin kişiden elbette daha iyidir.

Bu satırların ardından Timur, 243 kişi ile 12000 askerin bulunduğu Karşı Kalesi’ni nasıl zaptettiğini anlatır. Timur, bu 243 kişi için “asker” kelimesini kullanmaz. Şöyle der: “(…) bu 243 yiğidim ile 12000 atlı düşman askerini kırdım. Bunlar kaçınca arkalarından birkaç taşlık yere kadar kovaladım.”
Kitabın devamında istişâreye ve istişâre ettiği kişilere verdiği önemi açıklayan Emir Timur, “Her büyük işte böyle kişilere akıl danışıp onlarla istişâre etmek zarûrîdir. İşin nasıl olacağı kader perdesi altında gizli olsa da peygamberimiz Muhammed Aleyhisselâm’ın dediği gibi, her işi istişâre ile yaptım.” dedikten sonra önemli bir nasihatte bulunuyor kendisini okuyanlara:
“Bunların (İstişâre ettiği kişilerin) sözlerini işitince, etraflıca muhâkeme edip faydalı ve ziyanlı yanlarını gönlümde hesaplardım. Eğer iki tehlikesi olan ve bir tehlikesi bulunan iki iş önüme gelmişse ve ikisinden beraberce kurtuluş çaresi yoksa, bir tehlikesi olanı seçerdim.” deyip Cengiz Han neslinden Tuğluk Timur Han’la yaşadığı bir anıyı paylaşıyor.
Sözlerine şöyle devam ediyor:
“Yine tecrübemle sabittir ki, istişâre edilecek kişilerin birlik ve ittifak ile sözlerinde duran, işlerinde sabırlı insanları olmaları elbette şarttır. “Yapalım” dedikleri işleri yapmaktan asla vazgeçmesinler. Eğer yapmamaya söz vermişlerse, onun yanına bile yaklaşmasınlar.
(…) İstişâre iki türlü olur: Birincisi yürekten çıkanı, ikincisi dil ucuyla söylenenidir. Bu ikincisini işittiğimde sadece kulak verirdim; birincisini işittiğimde, gönlüme yerleştirirdim.” dedikten sonra bu davranışını savaşa çıkarken aldığı stratejiyle örneklendiriyor.

Timur, İstişârenin ardından ise genellikle tefe’ül edermiş. Tefe’ül, daha önce de sizinle paylaştığım gibi, Kur’an-ı Kerim’den sayfa açıp işaret almaktır. Timur, şöyle der:
“(…) Bir işi yapmaya niyet etsem, istişâre bir neticeye ulaşınca yine Kur’an’dan tefe’ür ederek ona göre davranırdım. Tuğluk Timur Han’a gitmeden önce de tefe’ül etmiştim ki, Yusuf Suresi çıktı. Oysa Yusuf Aleyhisselam, kul olarak satılmış; ancak daha sonra Mısır padişahı olmuştu. Han ile görüştükten sonra “Demek ben de bir devlete sahip olacağım.” diyerek bunu iyiliğe yordum.

***

Emir Timur, devletinin kuruluşunu anlatırken beni sıkmadı. Yaşadıkları, sezgileri, tecrübeleri her çağda hepimizin kulağına küpe olacak şeyler aslında. Tavsiyelerini kulak ardı etmek, ayıp olur. Şöyle der:
“Yüz bin süvarinin yapamadığı bir iş yolu bulunarak, bir tedbir ile yapılabilirmiş.”

***

Okuduğunuzda göreceksiniz, Emir Timur, 243 askeriyle 12.000 kişilik Karşı Kalesi’ni zaptedişini, 60 askeriyle Tekil Bahadır’ın 1000 askerini yenişini çok basit, olağan şeylermiş gibi anlatır. Kimbilir, belki de başarının püf noktası zor olanı gözde büyütmemekten geçiyordur. Olabilir mi?
Herneyse, kitabının ikinci bölümünde kendisinden sonra gelecek kişilere tavsiyelerini ve kanunlarını anlatır.

Savaş stratejilerine olan ilgimden dolayı dikkatimi en fazla çeken kısım kitabın son sayfalarında yer alan “Cenk – Savaş, Muhârebe Meydanına Girme ve Çıkma, Saf Düzenleme ve Leşker (Asker) Kırma Tüzüğü” oldu elbette. Bu önemli kısmı size anlatmayacağım.
Kitabın sonundaysa yaşadığı dönemi anlatan minyatürler ve döneminden kalan yapıların fotoğrafları yer almakta.  

Kısaca özetleyecek olursam, Timur, eşi Olcay Türkan’la tek başına yürümeye başladığı bu yolda nasıl ilerleyip büyük bir Emir hâline geldiğini anlatırken sıkılmadan okuyacak, kanunlarını, stratejilerini, düşünme yollarını ve kurnazlıklarını onun ağzından dinleyeceksiniz. Kişisel gelişim teranelerini okuyacağınıza bu tip kitapları okumak sizi daha çok aydınlatacaktır emin olun. Bildikleriniz değil, stratejiniz hayat kurtarır.  

Unutmadan; Timur, eşi Olcay Türkan’ı anarken “Olcay Türkan Ağa” olarak söz eder. Nazmiye Togan’ın “Temür Zamanında Aristokrat Türk Kadını” adındaki makalesini okuduğumda “Ağa” kelimesinin “prenses” anlamı taşıdığını öğrenmiştim. “Bu ‘Ağa’ da ne oluyor böyle?" demiyesiniz.

Gitmeden uyarayım. Daldan dala atlamış gibi olabilirim, yalnız kitabın bütününe bağlı olarak gidecek olsaydım 150 sayfadan da tek tek söz etmem gerekecekti. (Şaka şaka, kafam balon gibi yemin ederim.) Neyse ki kusura bakmayacak kadar olgunsunuz. Beni iyi idare ediyorsunuz.
Eveeet, yıkıp perdeyi viran eyleyeyim de sonrasında da gidip sahibine haber vereyim hemaaan. Hadi bakalım. Selam ve sevgilerimle..




19 Şubat 2014 Çarşamba

Tekinsiz Kitap – Jeremy Dyson




Merhaba sevgili dostlarım.

Yine üşengeçlikten arta kalmış bir zaman dilimini sizlerle paylaşma kararı almış olmanın haklı gururu içindeyim.

Bugün çıkınımızda Jeremy Dyson’ın kaleme aldığı Tekinsiz Kitap var. Yazarımız J. Dyson, bu kitabı ansızın tanıştığı Aiden Fox isimli bir gazeteci sayesinde kaleme almış.  Nasıl mı? Gerçek olmasına rağmen gizem örtüsüyle üzeri kapanmış tekinsiz olayları Dyson’a ileten Fox, onun ilgisini çekmeyi başarmış ve Dyson, tekinsiz olayların geçtiği yerlere bizzat giderek hikayeleri araştırmış ve ardından okuyucuya olduğu gibi aktarmaya karar vermiş.

“Pat!” diye konuya girdiğimi daha yeni fark ediyorum sevgili dostlar. Biriniz de uyarmadı ki “Önce kitabın hangi yayınevinden çıktığını, kaç sayfa olduğunu falan bi söyleseydin Temur!” diye.

Tekinsiz Kitap, Bkz. Yayıncılık künyesi altında bulunan Domingo’dan yayınlanmış efendim. Elimdeki baskı Haziran 2013 yılına ait.

Sayfa numarası hakkında sizi yanıltmak istemiyorum; çünkü kitabın içinde birkaç kitap birden var. Bazı bölümler komple o kitaplardan konulduğu için sayfa numaralandırma da sekteye uğramış. Ama forma hesabıyla 17 – 18 forma aralığında olması gerek. Gördüğünüz gibi o kadar üşengecim ki tahminle durumu kotarmaya çalışıyorum. Allah’tan, böyle kusurları ağzıma burnuma vuracak yapıda değil dostlarım.

Kitap, adının yanında kapağıyla da ilgimi çekti aslına bakarsanız. Kitap kapaklarına hâlâ kanmayı başarabilen ender insanlar sınıfına girer miyim bilemiyorum. Belki de ender değiliz de çoğunluğuzdur. (Aman Allah’ım, yine çok konuşuyorum!)

Kapak, sade olduğu kadar zarif bir illustral çerçeveyle çevrelenmiş. Krem rengi zemininin tam ortasında çok sevdiğim “Karga” figürü var. Karganın o kasvetli havasına oldum olası hayranımdır. Edebiyatta genel olarak “çürümüşlük” ve “yalnızlığı” simgeleyen karga, bu kitabın kapağına bir şah edasıyla kurulunca merakım iyice arttı. Kitabın künyesinde kapak tasarımının Ayşe Nur Ataysoy’a ait olduğu yazıyor. Burdan ona ve kitabı çeviren Algan Sezgintüredi’ye sonsuz teşekkürlerimi sunmayı da borç sayıyorum.

Kitabımıza geri dönelim. Tekinsiz Kitap, birbirinden bağımsız, esrarengiz olayların ele alındığı bir kitap. Bu olayların ne kadarı doğru, ne kadarı kurmaca bilmiyorum. Etkileyip etkilemediğine gelince, eh, onu da yazının sonunda söyleyeyim di’ mi?

Kitaptaki yolculuğumuza “Şan Eli” alt başlıklı bir sunuş yazısıyla başlıyoruz. Bu sayfada gözüme batan bir nokta var. SUNUŞ yazısının hemen altındaki Şan Eli, yukarıdaki SUNUŞ yazısına oranla 2 punto daha küçük yazılsaymış daha iyi olurmuş. Çirkin bir görünüm sergiliyor. Genel olarak ele alamam; ama konusu korku – gerilim olan bir kitabın görsel tasarımı ve dizgisi gerçekten çok zarif olmalı. Çünkü korku asildir; basitliğe gelmez. Başlığın hemen altında çürümüş bir el illüstrasyonu mevcut.

İsterseniz size “Şan Eli”nin ne olduğundan bahsedeyim. Ben bu elle, eski zamanlardan kalma bir oyun sayesinde tanışmış ve ne anlama geldiğini öğrenmiştim. Ama yazarımız “Şimdi Temur, bi açıklama yapayım derken konuyu eline yüzüne bulaştırır; en iyisi bizzat açıklayayım da okuyanların beyni dumura uğramasın!” demiş sanırım. Açıklamış sağolsun. Yazarımızın kaleminden okuyalım o hâlde, ayıp olmasın:
“İzninizle hiç duymamış olanlara açıklayayım: Şan Eli, asılarak idam edilmiş bir adamın, özellikle bir katilin, gece yarısı, dolunay altında bilekten kesilmiş elidir ve bir okült nesnesidir. Tüm bu şartların öyle kolay sağlanamayacağı düşünülse de nesnenin uygun güçleri elde edebilmesi için bunların yerine getirilmesi elzemdir. Ki söz konusu güçler pek etkileyicidir. Mücrim mevtanın yağından (bakire ağdası ve susam yağıyla karıştırılarak) yapılan mumlar ele yerleştirilip yakıldığında, eli tutan herkes bayılacaktır. Mum, sütle söndürülmediği sürece de bu kişileri kimse ayıltamayacaktır (suyla söndürmenin hiçbir etkisi olmaz). Ayrıca her türlü kilidi açabilmesi, elin hırsızlar nazarında değerini katbekat artırır. Böylesi kudretli bir tılsımı ellerinde bulunduranların canlarının çektiği her şeye el atacakları kesindir. (Elin kurbanlarının kaderleriyle bağlantılı daha irkiltici bir halk inanışına göre bu kurbanlar sabahın ikinci horoz ötüşünde uyanmamışlarsa ölecek ve sırf ölmekle kalmayıp ruhları, hak edip etmediklerine bakılmaksızın cehenneme alınacaktır.)”
Sunuş yazısının bir yerinde yazarımız, arabasına bindiğinde arkasında bir şeyin kendisini takip ettiği hissine kapılmış. İsterseniz o paragraftan küçük bir bölüme de yer vereyim, ne dersiniz? Hadi, hadi vereyim:
“Tabii ki arabada, bagajda gizlenen biri yoktu. Bu his, yırtıcılardan korunmak için karanlık köşelere bakma ihtiyacı duyan mağara adamlarından kalma dürtülerden biriydi sadece. Beni kontrolü altına alamazdı. İrademle marşa basıp yola çıktım. Akla inancım, arabada herhangi bir psikopat, ruh veya hortlak bulunmadığının tek garantisiydi."

Evet, sunuş bölümümüzün ardından tekinsiz merdivenlerden tırmanmaya başlıyoruz. Dyson, yaşanan olayları bize aktarmadan önce olaylar hakkında kendi kişisel yorumlarını ve araştırma esnasında neler yaşayıp hissettiğini okuyucuya aktarıyor. İlk hikâyemiz Neolan’dan Kitson’a başlığını taşıyor. Hikâyemizin kahramanı Greg, haftalık çocuk dergilerinin kapaklarına iliştirilen hediyeleri üreten bir firmada kıdemli bir pazarlamacı olarak işe giriyor ve kendine bir ev kiralıyor. Evdeki garip olayları fark etmesiyle macera başlıyor. Greg’in yaşadığı olaylar beni ürkütmedi; hatta yer yer sıktı. Maalesef, yazarımız kimi bölümlerde beni bir hâyli sıktı. Yine de hikâyede altını çizdiğim satırlar mevcut, sizinle de paylaşayım yeri gelmişken:

“Bugünkü nesil ikramın sınırlanmasının getirdiği heyecanı asla tadamayacaktı.”

“Oysa benzer zevkler artık haftalıktı; herhangi bir Pazar öğleden sonrasından daha özel değillerdi.”

“Cezbetmenin sırrının, muhatap olunan kişiye içtenlikle ilgi göstermekten geçtiğini öğrenmişti.”


Bir diğer hikâyemiz olan Ramon Huld’un Güncesi ise oldukça hoşuma gitti. Bir yat müsabakasında yolunu kaybeden Ramon Huld, başından geçenleri kendi kaleminden aktarıyor tâ ki kaybolana kadar. Cesedi hâlâ bulunamayan talihsiz kahramanımızın yaşadıkları korkunç olmasa da gerçekten tekinsiz bir tat bırakıyor okuyanların dimağında. Altını çizdiğim satırlar bir hâyli var. Hepsini yazmak ciddi anlamda kitaba ihanet olacağından birkaç tanesini yazmam sanırım yeterli olacaktır:
“Çocukken yalnızlık diye bir şey yoktu. Sonradan gelen bir kavramdır yalnızlık. Başka insanları ve başka insanlara yönelik kuruntulu bir ihtiyacı gerektirir. İnsanın çocukken böyle gereksinimleri yoktur.”

“Martı çığlığı bir hayvan sesidir. Anlık ve saftır. Bozulması, yozlaşması mümkün değildir.”

“Nedir bu yolculuğun amacı? Bence bu yolculuğun amacı benzer kafada – “eski” hayat diyebilecekleri bir şeye sahip – bir grup insanın sıfırdan başlaması, bir şeyi geri almalarıyla ilgili.”

“Çevre kadar yalnızlığı da aziz tutuyorum. Ashray’e* ne de güveniyorum! Kendi başına bir varlık ama aynı zamanda benim bir parçam…”
* Ashray, kahramanımızın yatına verdiği isim.

“Saklanıyorum. Saklanıyorum. Saklanıyorum. O şey burada… Arkamda dolandığını duyuyorum. Bunları sırf aklımı dehşetten başka bir şeyle doldurabilmek için yazıyorum. Yalnız değilim… Ve yapayalnızım. (…) Bu köşede saklanacağım hep. Yazacağım. Bir şey olacak.”

Faydalı Bir Tel adını taşıyan üçüncü hikâyemizde Zurau adlı grubun hayatta kalan dört üyesinin uzun yıllar sonra bir araya gelip yeniden bir stüdyo kaydı yapmaya başlaması ve akâbinde gelişen olayları anlatıyor. Hüzünlüydü biraz, en azından her eskiyen şeyler kadar hüzünlü.  Altını çizdiğim satır olmadı lâkin. Ne diyeyim, belki benim kör bir anıma denk gelmiştir.

Dördüncü hikâyemiz olan “Koğuş 416” konu olarak oldukça hoşuma gitti. Bir akıl hastanesinde birkaç günlüğüne gönüllü olarak çalışmaya başlayan iki arkadaştan (ki sonra arkadaştan öte bir hâl alıyorlar) Hal’in başına gelenler oldukça etkileyiciydi. Hikâyenin sonunda “Oğlum Hal, ben olsam senin kadar beklemez, derhâl erkekliğin onda dokuz kuralını uygulardım!” dedim içimden.

Koğuş 416 adlı hikâyenin ardından yeni bir bölüme açılıyor sayfamız. Ve önümüze açılan sayfada kocaman puntolarla “BU KİTAP TEKİNSİZDİR” yazmakta. Yazar olarak H. Den Fawkes görülüyor. Hamlyn / Londra / 1978 baskısı olduğu yazmakta. Böyle bir kitabın varlığı hakkında bir bilgim yok. Ama bir kitap başlığı olarak “Al, beni oku” demenin değişik bir versiyonu “Bu Kitap Tekinsizdir” başlığı.

Kitabın 4. Bölümünden Su Hayaletleri kitaba konulmuş. Bu bölümde suyun rivayetlerdeki yeri gibi bir takım bilgilere değinilmiş ve ardından “Su Kıyısında Bir Karşılaşma” isimli hikâyeye geçilmiş. Doktorumuzun başından geçen olayı okumak büyük ölçüde hoşunuza gidecek. Ah, bir de yazarın gereksiz şeylerin üzerinde çok durması olmasa…  Bunu yazarın, korkunun psikolojisine inme çabası olarak görüyorum. Çok mu iyi niyetliyim ya da kırk yılda bir doğru mu söyledim bilemiyorum. Bi’ ara bizzat yazarın kendisine sorarız.

5. Bölüm “Esrarengiz Kaybolmalar, Açıklanamayan Olaylar” başlığı altında toplanmış birkaç küçük olay ve incelemeden ibaret. Ön bilgi niyetine yazılmış.

Hemen ardından gelen Lunapark isimli hikâye genel olarak çok sıkıcıydı. Hakkında çok fazla bir şey yazmayışımdan anlayacaksınız. (Bakın hakkında başka hiçbir şey yazmadım!)
“Tetherdown Kanalı” ise genel olarak sürükleyici bir hikâyeydi. Hoşuma gitti. İşgücü Hizmetleri Komisyonu’nun birkaç genci bilinmedik bir yer altı geçidine götürüp orda temizlik yaptırmasıyla başlıyor olaylar. Korku filmi seven her izleyici gibi siz de bilirsiniz ki, o gençlerin içinden biri illa rahat durmaz, bulundukları yerin gizemini çözeceğim derken başına olmadık şeyleri getirir. Bu da öyle bir hikâye işte sevgili kitapseverler. Olsun. Biz o arkadaşı bu hâliyle kabul edip bağrımıza basacağız. Dışlamak bize yakışmaz.

“Tetherdown Kanalı”nın ardından bir başka kitap parçasıyla karşılaşıyoruz. Oxford, Hertford College Üyesi, Sir Eden Vachs’a ait olan “Hortlaklar Üzerine Bir Kitap” 1588 ilk basım tarihli (Yanlış yazmış olabilirim; itiraf etmek gerekirse Roma Rakamlarına oldukça Türk’üm). Kitap, “Hortlaklar Üzerine” bir “Önsöz”le başlamış. Ardından “Karanlığın Görünüşleri” ana başlığının altına Birinci Vaka alt başlığı atılmış. Büyük Britanya’nın kuzeyinde bulunan bir kütüphaneye dadanan bir hayalet ve ondan kurtulabilmek için verilen mücadele konu edilmiş. Güzel olmasa da hoş bir tadı vardı. (Cem Yılmazcası: Yakışıklı değil; ama sempatik!)

İkinci Vaka, Ben Rhydding Baladı’ndan bir dörtlükle başlıyor. Bir polisin başından geçen talihsiz olayları ve işlenen seri cinayetler sonrası yaşananları bir solukta okuyacaksınız. Kitapta en beğendiğim hikâye buydu.

İkinci Vaka’nın ardından bir başka iç kapakla karşılaşıyorsunuz. Anlayacağınız bir başka kitap “Merhaba!” diyor size. Bu kitabımız ise Vaiz A. Tennethorex tarafından kaleme alınmış. İsmi ise “Şafakta Görünenler”. Kitabın 5. Bölümü aktarılmış. “Cadılık ve Nekromansi” başlığı altında bir takım veriler paylaşılmış. Benim gibi cadılık tarihiyle ilgilenenler için oldukça ilgi çekici bilgiler sunulmuş. Ardından başlıksız bir öyküye yer verilmiş. Öykü gerçekten yürek titreten cinstendi. Kirpiklerimde azcık gözyaşı kalsaydı, bu öyküye harcayabilirdim belki.

Kitabın sonuna ise kara sayfalara beyaz puntolarla yazılmış ikili diyaloglar damgasını vurmuş. Bu diyaloglar okuyucu ve kitap arasında geçiyor. Okuyucuya ait olan diyaloglar “italik” biçimde yazılmış, kitaba ait olanlar ise normal biçimde. Keşke kitaba ait olan diyalogları “bold” yani kalın biçimde yazsaymış yayınevi. Çünkü ince puntoyla siyah zemin üzerine yazılan yazılarda italikle normal biçim hep birbirine giriyor. Bu da okumada zorluk çıkarıyor. Bunun yanında “olmasa da olurdu” diyebileceğim bir bölümdü.

Evet kitabımızdaki öyküler bu şekilde efendim. Kitap kapağının arkasında Independent’in “Cesaretin varsa aç!” yazısıyla karşılaşıyorsunuz. Artık şundan eminim. Independent, abartma sanatını çok iyi kullanan bir kuruluş. Bir iki kitapta gene aynısını yapmışlardı. Burdan, blog aracılığıyla o editörün gözlerinden öpmeyi de bir vatandaşlık görevi sayıyorum!
Kitapta, birkaç sürükleyici hikâyenin dışında gerilim ögesi neredeyse yok denecek kadar azdı. Pişman mıyım? Elbette değilim. Gene de bir tavsiye istiyorsanız, alıp kütüphanenizin gereksizler bölümüne koyabileceğiniz türden bir kitap.

Bu gece bir hâyli çok konuştum. Ne yazdığımı başa dönüp okumaya üşenecek moda girmeyi hak ettim sanıyorum. O nedenle, sürç-ü lisân etmişsem affeyleyin..
Eh, o hâlde perde insin ve Temur gitsin…

Yıktık perdeyi eyledik viran,
Varıp sahibine haber verelim heman!...

18 Şubat 2014 Salı

1002 Gece Masalları / Yiğit Değer Bengi




Merhaba güzel insanlar.
Uzunca bir zamanın ardından Tembel Temur tekrar karşınızda.
Bu yazımda Metis Yayınları’ndan 2005 yılında çıkmış 1002 Gece Masalları isimli kitaptan bahsedeceğim.

240 sayfalık kitabımız aslında bir seçki. Yiğit Değer Bengi tarafından hazırlanmış bir fantastik öyküler derlemesi. 

Kitabın adı kadar kapağı da oldukça cezbetmişti beni. Çünkü çocukluk dönemimden beri karikatür dergilerini takip eden biri olarak Kenan Yarar’ın çizimlerine hayranım. Hâliyle içimi gıdıklayan bu kitabın kapağında Kenan Yarar’ın çizgilerini görünce alıp okuma şevkim iyice arttı.

Kitabımızın başında Bülent Somay’ın “Sunuş” yazısıyla karşılaşıyoruz. “Fantazi Edebiyatı” ve “Fantastik" kavramını öyle güzel açıklamış ki üstad, diyecek bir şey bulamadım. Meğer iki kavramı ne kadar da birbirine karıştırıyor muşum! Bununla da kalmıyor, Fantazi Edebiyatı’nın tarihini özetle de olsa çok güzel anlatıyor sevgili Bülent Somay.
Hemen ardından, kitabımızı derleyip bizlere sunan Yiğit Değer Bengi’nin “Önsöz”ü ‘Merhaba!” diyor okuyucuya. Edebi tür hakkında benim hoşuma giden bir tespitte bulunmuş. Hazır yeri gelmişken sizlerle de paylaşayım:
“Son yıllarda bu alanda birçok eser verilmiş olmasına rağmen Fantastik, Fantazya, Fantastik Kurgu gibi tanımlar hâlâ tam olarak yerini bulmuş değildir. Ama yazarlar şüphesiz ki eser vermek için türünün tanımlanmasını beklemezler, aslında bunun tam tersi doğrudur.
Fantastiğin bir tür olup olmadığı ya da eğer türse sınırlarının ne olduğu ve nasıl sınıflandırılabileceği sorunları eser veren yazarı yalnızca dolaylı olarak ilgilendirmektedir.”

Şimdi “Edebi Tür” hakkında uzun uzun size bir şeyler yazacak değilim. Kaldı ki basit bir “kitap okuyucusu” olarak da kafama göre bir şeyler yazıp zihninizi bulandırmak hakkım da değil. En iyisi kısa keseyim. Önsöz’de Yiğit Değer Bengi fantastik kavramının  tanımını, tarihteki gelişimini çok güzel bir şekilde aktarmış.
Anlayacağınız kitabımızın “Sunuş” ve “Önsöz” kısmında oldukça bilgiye doyuyoruz, üstelik sıkılmadan.

Önsöz’e güle güle dedikten sonraki sayfada Ursula K. Le Guin’den bir alıntıyla baş başa kalıyoruz:
“Fantazi elbette hakikidir. Olgulara dayanmaz, ama hakikidir. Çocuklar bilir bunu. Yetişkinler de bilir, zaten çoğu zaman bu yüzden korkar. Fantazideki hakikatin, yaşamaya mecbur edildikleri ve kabullendikleri hayatın sahteliğine, kofluğuna, gereksizliğine, sıradanlığına karşı bir meydan okuma, hatta tehdit oluşturduklarını bilirler. Ejderhalardan korkarlar, çünkü özgürlükten korkarlar.”

Alıntımızın ardından yolculuğumuzun ilk durağında Barış Müstecaplıoğlu’nun “İksir Ustaları” adlı öyküsüyle karşılaşıyoruz. Yazarlardan tek tek bahsetmeyi isterdim; ama yazı gereğinden fazla uzayacak. İyi ki kitabın sonunda yazarlarla ilgili bilgiler bizlerle paylaşılmış. Herneyse “İksir Ustaları” hoşuma gitti okuduğumda. Bu beni fazlasıyla heyecanlandırdı, kitap hakkındaki beklentilerim iyice arttı. Girişte böyle bir öyküyle başlıyorsak yola kimbilir daha neler çıkacaktı karşımıza.

Lâkin Giovanni Scognamillo, benim bu heyecanıma “DUR!” dedi. Ukalâlık etmek istemem ama yazarımızın “Kâbuslar Mağarası” adlı öyküsü bana zoraki yazılmış hissini verdi. Scognamillo gibi bir üstaddan daha iyisini bekliyordum ne yalan söyleyeyim. Olsun…

Üçüncü öykümüz Nazlı Eray’ın kaleminden çıkmış “Harita” isimli öyküydü ki şu an size anlatmaya çalışırken bile dudaklarım hâlâ gülümsemeyle meşgul oluyor. İki arkadaşın bir haritayla cebelleşmelerini zevkle okudum.

Dördüncü öykümüz Kıyamet Âşıkları, sonunu çok belli eden bir öyküydü. Aradaki şiirler de beni etkilemedi açıkçası.

Kadir Aydemir’in yazdığı “Kara Uyku” isimli beşinci öykümüz gerçekten çok güzeldi. Yalnız öykü bittiğinde sanki yarım kalmışlık hissi verdi bana. Kimbilir belki de bana öyle gelmiştir.

“Oyun” isimli altıncı öykümüz Altay Öktem’e ait. Altay Abi, her zamanki gibi kalemini konuşturmuş. Okurken çok büyük zevk aldım. Eğlenceli olduğu kadar etkileyiciydi de…

Yedinci öykümüz “Ellerinizi Arkanızda Tutunuz” ismini taşıyor. Arzu Çur’a ait. Öykünün başındaki betimlemeler oldukça şiirsel ve etkileyiciydi. Bunun yanı sıra öykünün konusu çok ilgi çekici ve eğlenceliydi üstelik. Yazarımızı gerçekten tebrik ettim.

“Helena” isimli sekizinci öykümüzün yazarı Ferhan Ertürk. İlginç bir öykü olduğu kadar doğurgandı. “Nasıl doğurgan Temur?” diye soran arkadaşlara şöyle söyleyeyim. Öyküde zengin bir alt yapı var aslında. Yazı ve kurguyla ilgilenen insanlara yeni ilhamlar verebilecek bir öykü “Helena”.

Dokuzuncu öykümüz, kitabımızı derleyen Yiğit Değer Bengi’ye ait ve “Son Kahraman” ismini taşıyor. Oldukça hüzünlüydü bana göre.

“Ölümsüz Kağan” isimli onuncu öykümüz Gündüz Öğüt’e ait. Ölümsüzlüğü arayan bir Kağan’ın öyküsü öylesine güzel kaleme alınmış ki bir defa okumak yetmez, yetmez, yetmez. İçinden alıntı yapmayı istediğim öykülerden bir tanesi lâkin, bildiğiniz gibi zaten kısa soluklu olan öykülerden alıntı yapıp konuyu iyice gözlerinize sermek istemiyorum. Hoş, bu yüzden öykülerin içeriğinden  de bahsetmiyorum; ama siz kızmazsınız bana.

Onuncu öykümüzün ardından bir soluklanma molası veriyoruz Edgar Allan Poe’nin bir alıntısıyla. Şöyle diyor Poe:
“Delilik sandığınız şeyin aslında duyularınızın fazla keskinleşmesinden başka bir şey olmadığını söylemedim mi ben size?”
(Poe, bazan öyle şeyler söylüyor ki, gerçekten kıskandığım oluyor ne yalan söyleyeyim.)

On birinci öykümüz Orhan Duru’nun “Kadınlar” isimli öyküsü. İlk paragrafta “Kadınlar olmasa ekonomi durur.” diyen yazarımıza ait öykü bende soru işaretleri bıraktı. Yarımdı, yani ben öyle algıladım; kimbilir…

Ardından İzzet Yaşar’a ait olan on ikinci öykü “Çalışkan Ruhlar” gerçekten yaratıcı ve etkileyiciydi.  Öyküyü okuduktan sonra kitabı bir köşeye koyup, yazarımızı ayakta alkışladım.
On üçüncü Öykü Evren İmre’ye aitti. İsmi Sfenksin Doğuşu. Bir sabah uyandığında harflerini tek tek kaybeden bir adamın öyküsünü anlatıyordu. Bu öykümüze de “ilginç ve etkileyici” olarak not düştüm hâliyle.

Levent Şenyürek’e ait olan “Çiçekler Dondu” isimli on beşinci öykümüz hüzünlüydü, güzeldi, etkiledi beni. Ey aşk!.. Ah! Min’el Aşk…

“Vulgata” isimli on altıncı öykümüz ise Çiler İlhan’a ait. “I’m the ginny in the house (Ben evdeki cinim)” diyerek başlayan öykü de diğerleri kadar ilginçti gerçekten.

On yedinci öykümüz Sadık Yemni’ye ait “Bekleme Odası” isimli öyküydü. Bana oldukça sıkıcı geldi. Bilemiyorum.

Onsekizinci öykümüz “Sınırsız Düşünce Özgürlüğü” ismini taşıyor ve Levent Mete’ye ait. Altını çizdiğim satırlara ve konunun ilgi çekici olmasına rağmen işleniş bana oldukça sıkıcı geldi.

Tam “Acaba kitabın sonlarına doğru ayarlarım mı bozuldu?” diye şaşkın şaşkın düşünürken imdadıma Muammer Yüksel’e ait “Oyundan Çıkmak İster misin?” isimli öykü yetişti. Etkileyici bir öyküydü. Zevkle okudum. Hemen ardından “Sanırım normalim. En azından kendime göre!” diyerek gülümsedim.

Yirminci ve son öykümüz sevgili İhsan Oktay Anar’a ait olan “İnşaat İşçisi Rıfkı’nın Dehşet Verici Akibeti” isimli öyküydü. Okunması gereken öykülerden diyorum

Özetle 1002 Gece Masalları, Fantazi’den hoşlanan okurların kitaplığında bulunması gereken güzel bir seçki genel olarak. Umarım, daha daha nice seçkilerle karşılaşır ve okuduktan sonra sizlerle paylaşırım. Okurken eğlendim. Dünyanın sınırlı gerçeğinden sıkılıp sınırsız düşler ormanında güzel bir gezintiydi. Tavsiye eder miyim, ederim ;)

Ee, hadi o hâlde, Temur gitsin ve perde de insin artık.
Sevgi, saygı, arzu, hörmet herkese..

17 Aralık 2013 Salı

Şehristan Rivayetleri – Serhat Poyraz




Herkese bir kez daha merhabalar efendim.
Şu sıralar mekân değişikliğinden dolayı internete fazla giremiyorum. “İnternetin olsa çok mu kitap yorumunda bulunacaksın bre Temur?” diye sorabilirsiniz. Net bir cevap veremiyorum; tek bildiğim şu sıralar kitapların üzerine fazlaca yoğunlaşmış olduğum. İş – güç, yaşamın getirip götürdükleri öylesine yoruyor ki baz’an koşa koşa kitaplarda soluklanmayı tek kurtuluşum olarak görüyorum. Yalnızlıktan şikayet ettiğim düşünülmesin; aksine bana büyük bir huzur veriyor. Kendi iç sesimi daha yakından duyuyorum. Benden mi kaynaklı yoksa soğuyan havalardan mı, bilmiyorum. Bilmemek daha iyi bazı şeyleri diye düşünüyorum. 
Herneyse, hadi kitabımıza geçelim.
Bugün, Serkan Poyraz’a ait “Şehristan Rivayetleri” isimli romanla başbaşayız. 
İlk basımı 2012 yılı olan Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan kitabımız 180 sayfa. Kırmızı Kedi Yayınevi demişken, tebrik etmezsem çok büyük ayıp etmiş olacağım. İlgi çekici kitaplarla dikkati çeken yayınevimiz, edebiyata çok güzel eserler kazandırdı bana göre. İlgiyle takip ettiğim yayınevlerinden. 
Kitabımızın kapağı sade olmasına rağmen arka planda kullanılan fon gayet şık olmuş. Çarpık çurpuk yazı fontu da ayrı bir güzellik katmış kanımca. Yılanlara çok büyük  saygı duyan birisi olarak, yılanın biraz daha göze hitap etmesini isterdim; ama açık konuşmak gerekirse yazı fontuyla uyumlu olmuş. 
Şehristan Rivayetleri, Serhat Poyraz’ın ilk kitabı. Açık söylemek gerekirse Serhat’ın ilk kitabı böyleyse daha sonrakiler nasıl olacak çok merak ediyorum. 
Önce kitabımızın konusuna bakalım.
Romanımız, Osmanlı Dönemi’nde geçiyor. 
Bizans Dönemi’nde Mikail adlı bir adam tarafından kurulan, Osmanlı Döne’nde yükselişini istikrarla devam ettiren Mevt-i Esved, suikastlarıyla nam salmış, “adaletin kılıcı” olarak  tanınan bir loncadır. 
Romanımızın kahramanı dilencilik yapan Yavuz Ali, Kuyumcubaşı İsa Efendi suikastında bilmeden de olsa yardım ettiği Kara Agop tarafından tehditvarî bir şekilde loncaya davet edilince bu teklifi kabul eder ve maceramız başlar. 
Özetle hep birlikte, Yavuz Ali’nin loncaya girişini, asıl ismi Ermiya olan üçkâğıt ve suikast uzmanı Pencüyek tarafından eğitilişini, loncadaki ilk kabul sınavını ve sonrasında gelişen olayları bir solukta okuyup kitabın sonunda da yazarı tebrik ettikten sonra dağılıp evlerimize gideceğiz. Bakalım Konstantiniye’nin tekinsiz sokaklarında geçen bu “derin” macera sizi nerelere götürecek?
“Kitabı beğendin anlaşılan?” diye sorarsanız “Çok beğendim!” derim.  Yazarı gerçekten kutlamak istiyorum. Genç bir yazar ve ilk kitabını yayınlayan birisi olmasına rağmen, kitabının konusuna tam anlamıyla hakim olmuş Serhat Poyraz. 
Özellikle kullanmış olduğu dil, anlattığı döneme kolayca inmenizi sağlıyor. Bunun yanında yer yer unutulmuş deyimlerle, argo kalıplarla tamamen edebiyat şöleni vermiş yazarımız. 
Yer, kişi tasvirleri mükemmel bir şekilde okuyucuya sunulmuş. Kahramanları kafanızda rahatlıkla canlandırabiliyorsunuz. Tasvirle de kalmıyor Serhat Poyraz. Kahramanların duygularını, ne düşündüklerini öyle ustalıkla aktarıyor ki kitabı okumuyor, kahramanlarla beraber suikastlere giriyor, kaçıyor, kovalıyoruz.
Gerçekten zevkle okuduğum bir kitap. Bir kere okumakla da kalmıyorsunuz üstelik. İlerleyen zamanda tekrar okunabilinecek ender kitaplardan. Alıp okuduğunuzda, mutlaka “Bu kitabı şu köşeye koyayım, sıkıldıkça bakarım.” diyeceksiniz. En azından ben öyle düşünüyorum. 
Valla aslına bakarsanız kitap hakkında söylenecek çok şey var. Ama bazı şeyleri anlatamazsınız, mutlaka yaşatmanız gerekir ya. Bu yüzden kitabı anlatmaya çabalamayacağım. Benim gibi tarih severlerin zevkle okuyacağı bir kitap. Alın okuyun efendim. 
Altını çizdiğim cümleleri paylaşmayacağım sizinle. Kitaptaki unutulmuş bilgileri, güzel tespitleri okuyarak keşfedelim bu defa. 
Evet, artık huzur içinde gidebiliriz.

Yıkıla, viran ola perdeler!..
Sevgi, saygı, arzu, hörmet ederim efendim.
Temur, gider..

  

9 Aralık 2013 Pazartesi

Alevli Geceler – Pelin Özen




Merhaba güzel insanlar. 
Soğuyan bir aralık ayından bir kez daha sesleniyorum size. Bugün çok sohbet edecek bir havam yok açıkçası. Tek temennim, bu soğuk kış günlerinde kendinize dikkat etmeniz. 
Evet, müzik kutumuza bir Nikos Papazoglou atıp hızla kitabımıza geçebiliriz.
Başlıktan da gördüğümüz gibi bugünkü kitabımız Pelin Özen’e ait “Alevli Geceler” isimli kitap.
Erotizmle harmanlanmış ilginç bir kitap Alevli Geceler. Aslına bakarsanız böyle kitaplar bana çok sıkıcı gelse de “Oğlum Temur, repertuarını biraz genişletsen iyi olacak!” diye söylenip duran iç sesime kulak verip aldım bu kitabı.
Alevli Geceler, Pelin Özen’in ilk kitabı.
Peki, kimdir bu Pelin Özen. Şöyle kısaca kendisini tanıtalım. Pelin Özen, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde, yüksek lisans eğitimini M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Programları ve Öğretimi alanında yapmış bir yazar. Aynı zamanda www.yatanmilletbatarya.com adlı kendine ait olan internet sitesinden yazılarına ulaşmak mümkün.
Kitabımız Cinius Yayınlarından yayınlanmış.
Cinius Yayınları demişken, ondan da bir nebze olsun konuşalım. Cinius Yayınları, her çeşit yazara ve okuyucuya hitap eden bir yayınevi. Nasıl mı? Hazırlamış olduğunuz kitabı Cinius Yayınevi’ne götürüyorsunuz. Belirli bir ücret karşılığında Cinius Yayınevi, kitabınızı basıyor ve dağıtımını üstleniyor. Yayınevi editörlerinin nazlarından ya da güzel bir eser hazırlamış olduğu hâlde “Bu kitap güzel; ama iş yapmaz” diyerek geri çevrilen yazarlar için bir alternatif Cinius Yayınevi. 
Bildiğim kadarıyla “İkinci Adam” ve “Sokak Kitapları” da aynı sistemde çalışan yayınevlerinden.
Bununla da kalmıyorsunuz. Bu belirttiğim yayınevlerinin vermiş olduğu telif ücretleri diğer yayınevlerinden fazlaymış diye okudum. Yazara  verilen şifre sayesinde yazar, siteye girip kitabının ne kadar satıldığını görebiliyormuş. “-miş” li “-muş” lu konuşuyorum; açıkçası ben fazla araştıramadım. Ama ilerde kıyıya köşeye para atma gibi bi alışkanlık kazanırsam ben de bu şekilde çıkarırım büyük ihtimalle yazdığım ve yazıyor olduğum kitapları.
Diğer yayınevlerinin “Dosyanız elimize geçmedi –acaba nereye koyduk – “ , “Kitabınız gerçekten çok güzel; yaz (bazan kış) mevsimi koleksiyonumuzda yayınlamak istiyoruz. Yalnız, yayın ilkelerimizden dolayı, ilk kitabını çıkaracak olan bir yazarın kitabını yayınlayabilmemiz için kitabın masraflarını yazardan almak zorundayız.” gibi cümlelerden gına geldi. (Gerçi iki yayınevine gönderdim; ama öğrendiğim kadarıyla sistem böyle işliyor.) Kaldı ki hâlihazırda satış rakamı çok iyi olan bir kitabın da yazarıyım laf aramızda. Lâkin, o yayınevi yalnızca çocuk kitapları yayınladığından yetişkin kitapları için başka yayınevlerinden medet ummam gerekiyor. En azından Cinius ve benzeri yayınevlerinden kitabı çıkarmak zaman konusunda oldukça işime gelecek. Çünkü gördüğüm kadarıyla diğer yayınevlerinden oldukça uzun süreler sonucunda yanıt alabiliyorsunuz.
Pelin Özen acaba Cinius Yayınevinin verdiği hizmetten memnun mu bilmiyorum. Boş bir anımda sorup öğrenmem gerek. Yalnız adını şu an hatırlamadığım başka bir yazar “Sokak Kitapları Yayınevi”ni oldukça övmüştü. 
Herneyse, gene konuyu çok dağıttık, kusura bakmayın e mi?.
Cinius Yayınları’ndan çıkan kitabımız 174 sayfa.
Kapak tasarımını Cinius Yayınları’na pek yakıştıramadım. Kapak tasarımları dalında ödül almış bir yayınevinin bu kadar basit bir kapakla karşımıza çıkması hoş olmamış. Kapak, kitabın kimliği olmalı ve cezp etmeli karşıdaki kişiyi. Umarım, diğer kitaplarında böyle bir şeyle karşılaşmayız.
İçeriğe bakalım biraz da.. 
Yazarımızın dili, aldığı Edebiyat eğitiminden olsa gerek gayet yalın ve etkileyici. Kimi yazarların öyle cümleleri var ki kullandığı kelimeleri bir puzzle parçası gibi alıp bir takım yerlere koyup anlamı öyle yakalıyorsunuz. Çok şükür, Pelin Özen kelimelerini ve cümlelerini yerli yerinde kullanmayı başarmış iyi bir yazar. Yaptığı tasvirlerle sizi bulunduğu ortama “şıp” diye damlatıyor. Betimlemeler, benzetmeler gayet başarılı benim gibi bir okuyucu için.
Kitabımızın konusuna gelince..
Kitabımızın kahramanı Nezihe, bir bankada çalışan, sönük, kendi hâlinde bir kız. Tâ ki, mesai saati bitene kadar.
Genellikle Cumartesi akşamları ya da tatil dönemlerinde arkadaşımız Nezihe, Nezihe olmaktan çıkıp bambaşka bir kişiliğe dönüşüyor. Bu kişilik kim mi? İsmi Alev. Nezihe’nin tersine, atılgan, cesur, çılgın birisi Alev.
Günler öncesinden geçireceği geceyi tam anlamıyla koordine eden Alev, gittiği mekânda gözüne kestirdiği erkekleri baştan çıkarmayı başaran usta bir avcı.
Türk aile yapısına uymayan bir kadın Alev. Tamamıyla çizgi dışı bir karakter. Kitabı okurken onun hayatı kadar beyninin içindekilere, hislerine de ortak olacak, onu daha yakından tanıyacaksınız.
Ha, “Temur, anlaşılan o ki Alev senin de ilgini çekti di mi?” diye soracak olursanız. Açıkçası pek fazla çekmedi. Yalnızca Nezihe’yi ve Alev’i tanımış oldum. Bir insanın içinde yatan iki kişiyi kolay kolay her yerde tanıma şansına sahip değilsiniz kaldı ki. Cinsellik konusunda bir takım tabularım var. Sanırım almış olduğum kültürden kaynaklı. Cinselliğin bir ihtiyaç olarak görülmesi midemi bulandırıyor. Bunu bir büyü olarak görüyorum. Özel olmalı.
“Özel olmalı” demişken kitaptaki “Art Cengiz” gibi konuştum. Şeytan’ın art ayağı Cengiz de beraber olacağı kadın için “Özel olmalı” diyordu. Ailemde “Çekik gözlü Şeytan” diye tanımlandıktan sonra Şeytan’ın art ayağı Cengiz’i görünce: “Sanırım, bütün şeytanların çalışma sistemi birbirine benziyor!” diye geçirdim içimden.
Her bölümde bir başka macera yaşayan Alev’i okurken yazarın anlatımındaki zenginlik oldukça hoşuma gitti. Bu bakımdan roman, hikaye gibi edebiyatla ilgilenen arkadaşlara önerebileceğim bir kitap.
Kitabın sonunda gülümseme şansınız mevcut üstelik. Belki sizi şaşırtabilir.
(Bu arada küçük bi' itiraf; yer yer sıkıldığım anlar olmadı değil.)
Son olarak Alev’in hayatını tasvip etmemekle birlikte yargılayacak da değilim. Her yaşantı seçimlerden ibaret. Alev ya da Nezihe, böyle bir yaşantıyı seçmişse bu, onu ilgilendiriyor. Bu yüzden tutup burada ahlâk eleştirisi yapmak haddim değil.
Bu arada, yazıp yayınlaması gerçekten cesaret isteyen bir kitap. Yalnız şöyle bir hatamız var. “Kitabın kahramanı öyleyse, kesin yazar da öyledir!” diye düşünmek. Lütfen yazarla, kahramanı karıştırmayalım.
Evet efendim, kitap için söyleyebileceklerim bunlar.
Geriye ne kaldı? Altını çizdiğim cümleler elbette.


* (Yazarın, orgazmı anlattığı bir bölümdeki şu ifadelerini beğendim): Kulaklarının içinde çalan minik davullarla zillerin senfonik orkestrası büyülü ritmiyle beynini ele geçirirken birbiri ardına patlayıp dağılan rengârenk yaldızlı ışık toplarını gözlerini kapayarak yakalamaya çalışmak… (Buraya kadar yazsam yeterli sanırım)
* Eğitimin iyi, işin düzgün, kazancın yerindeyse; aşk yarası, ölüm acısı ya da büyük hayal kırıklıklarının sancısı ile sarsılmamışsan henüz, kendinden söz etmek zevklidir.
* Seks oyuncakları ya da fetiş nesnelerini ancak oyunun eğlenceli parçaları olarak kabul edebilirdi, oyunun kendisi olarak değil.
* - Sen kimsin Alev, lütfen bana söyler misin?
(…)
- Yaşamayı seven ve daha keyifli yaşamak için gereken çabadan kaçınmayan genç bir kadınım.
* Bedenini düşler ülkesinde yer çekimsiz bir yolculuğa çıkaran bu mükemmel âşığa aynı şekilde karşılık vermek istiyordu yalnızca.
* Av zamanlarının, yani birlikte olacağı erkeği seçmek üzere yola çıktığı özel zamanların dışında seksi görünmesi gereksizdi çünkü sürekli birilerinin dikkatini çekmek demek seçilmek demekti, seçme özgürlüğünü kaybetmek demekti.
* (…) baharın sepetinden ruhunu tazeleyecek ne varsa aşırıp bezemeliydi kendini insan, küçücük varlığını devleştiren aklıyla bulmalıydı mutluluğun yolunu. 


2 Aralık 2013 Pazartesi

Kayıp Gül – Serdar Özkan



Selam, selam, selam güzel insanlar.

Aralığın aralığından da girmiş bulunduk. Zaman nasıl da farkında olmadan geçip gidiyor üzerimizden. Bülent Ortaçgil geliyor aklıma “Anlamak, çözmeye yetmez be Temur Efendi!” diyorum kendi kendime. Herneyse, çok konuşup sizi sıkmamakta fayda var.
Belki bir gün “Konumuz Dışı Bir Beyan” açıp bol bol gevezelik yaparım; kimbilir.
Evet, bir Greek havası atıp başlayalım kitap yorumumuza.

Bugün, Serdar Özkan’ın ilk kitabı olan Kayıp Gül’den bahsedeceğim size. Aslına bakarsanız epey oldu bu kitabı okuyalı; ama hakkında yazmak bu zamana kısmetmiş.

Kayıp Gül’ün varlığından alışveriş yaptığım kitap sitesi sayesinde haberdar oldum.
Tanıtım yazısında bu kitabın tam kırk üç dile çevrildiği ve elliyi aşkın ülkede yayınlandığını okuyunca merak ettim. Eee, hak verirsiniz ki bir “ilk roman”ın nasıl bu kadar başarı kaydettiğini insan ister istemez merak ediyor. 

Bunun yanında kitabın arka kapağındaki yorumlar da kitabı öve öve bitiremiyordu. Özellikle “Helsinki Sonomat”ın “Türklerin Küçük Prens’i tüm dünyayı büyülüyor.” Yorumu bir “Küçük Prens” hayranı olan Temur’u heyecanlandırmaya yetmişti.

Herneyse; devam edelim…

Kayıp Gül, Timaş Yayınlarından çıkmış 205 sayfalık bir kitap.
Kahramanımız Diana aslında öykü yazarı olmak isteyen fakat – bizim mahalle baskısı diye adlandırdığımız – toplum baskısı nedeniyle rotasını avukatlık mesleğine çevirmiş bir kızımız. Kendisi babasız büyümek zorunda kalmış insanlardan bir tanesi. Hayatını annesiyle idame ettiren Diana’nın bütün dünyası, annesinin rahatsızlığıyla değişir. Yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı günlerden birinde annesi, Diana’ya öldükten sonra açıp okuması kaydıyla bir mektup verir. Diana zor da olsa annesinin istediğini kabul eder.

Zaman geçmiş ve Diana’nın korktuğu başına gelmiştir. Evet, annesi artık hayata gözlerini yummuştur.

Mektubun açılma zamanı gelmiştir. Merakla mektubu açan Diana’nın hayatı artık iyiden iyiye alt – üst  olmuştur.

“Öldü!” diye bildiği babasının aslında ölmediğini, kendilerini terk ettiğini öğrenir sevgili Diana’mız. Yaşadığı şok bununla da bitmeyecektir üstelik. Babası kendilerini terk ederken yanına Diana’nın varlığını hatırlamadığı ikiz kız kardeşi olan Mary’i de yanında götürmüştür. Aradan geçen uzun yılların ardından babası Mary’e annesinin adresini vererek mektupla iletişim kurmasını sağlamıştır. Fakat annesinin öleceğini öğrenen Mary, bu gerçeği kaldıramaz ve geride bir mektup bırakarak ortadan kaybolur. Annesi, mektubunda Diana’nın ikiz kardeşini bulup ona sahip çıkmasını istemektedir.

Eveeet; artık maceramız başlamıştır efendim!
Önümüzde çözülmesi gereken bulmacalar, mektuplar, seyahatler, yeni kişiler uzanıp gitmekte.
Hikayenin bazı yerlerinde her ne kadar tutukluk yaşansa da genel anlamda sürükleyici.
Bunun yanı sıra bir ilk romanda yazarın baş karakter olarak karşı cinsi seçip onun dünyasını bizlere sunması gerçekten cesurca ve takdire şayân.

Kitabı genel bağlamda beğenmiş olsam da daha önce de söylediğim gibi kimi yerlerdeki tutukluk dikkatimi çekti. Ama bir ilk roman için bu bir sorun teşkil etmez kanaatindeyim. Üstelik, benim tutukluk olarak gördüğümü bir başkası tutukluk olarak görmeyecektir mutlaka. Nihayetinde basit bir okuyucudan öteye geçmiş biri değilim.

“Basit olmayan okuyucu” nasıl diye sorarsanız; anlatması gerçekten çok uzun. Yine de size şöyle bir örnek vereyim. Vakti zamanında bir kitap yazmıştım. (Yayınevlerinin nazlarını çekemeyecek kadar agresif ve çabuk rest çeken biri olarak yayınlatmayı düşünmüyorum artık) Kitabı, Edebiyat Öğretmeni bir arkadaşıma sundum. Karşılığında çıkarmış olduğu notlar beni tepetaklak etmişti. Arkadaşım kullandığım kelimelerden ve kurduğum cümlelerden çocukluğuma inmiş, yaşadığım travmaları bana tek tek aktarmıştı. Onu tanıdıktan sonra kendimi öylesine biri gibi gördüm iyice.
Keşke boş bir vakti olsa da o bir blog hazırlasa, okumaya doyamazdık hakkaten. Herneyse, konuyu çok dağıttım gene…

Kitabımıza dönelim.

Kitabın sürpriz finalini maalesef kitabın ortalarında keşfettim. Kitap, yarısına geldiğinde kendini çok belli etmiş. Bunun, benim hislerimle ilgili olmadığını “canım ötesi” dostum Suat’ı dinleyince iyice anladım. O da kitabın sonunu, sonu gelmeden tahmin edince kitabı okumayı yarım bırakmış.
Yine de bana kalırsa alıp okunabilinecek bir roman Kayıp Gül.
Özellikle kahramanımız Diana’nın yolu İstanbul’a düştüğünde otel sahibi Zeynep Hanımla tanışıp ondan güllerin dilini öğrenmeye çalıştığı anları keyifle okuyacaksınız.
Bakalım, güllerin dilini öğrenebilecek mi?

Evet, kitabımız hakkında söyleyeceklerim bundan ibaret. Yakın zamanda Serdar Özkan’ın “Hayatın Işıkları Yanınca” kitabı  için de bir başlık açacağım. Umarım, sorumsuzluğum gecikmeme neden olmaz.

Son olarak, kitapta hoşuma giden kimi cümleler var; hazır elim değmişken birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum:

•    “Ama Mary sonunda kendi düşünü kovalamayı sürdürmüş. Başkalarının beklentilerinin esiri olmamış benim gibi.”
•    “Ama kafa yormam gereken bir şey var. O da, benim tıpkı Artemis gibi, başkalarına bağımlı olduğum gerçeği. Ve bunu gizleyebilmek için de, tanrıça maskesiyle dolaşan bir zavallı olduğum gerçeği!... “
•    “Diana… Hem başkalarından şikayet ediyorsun, hem de kendini bir başkasına soruyorsun. Unutma ki, senin için ben de bir başkasıyım.”
•    “Hiçbirimiz kusursuz değiliz. Kusursuz olmak zorunda da değiliz.”
•    “Peki ya kendi hayatımızı değil de, başkalarının bizim için seçtiği hayatı yaşıyorsak? Bu mu doğal olan?”
•    Peki şimdi ne oldu da fikrin değişti? Yoksa sen de mi “büyüdün” benim gibi?
•    “Düşler gerçekleşecek olanın mayasıdır.”

Eh, artık Temur gitsin ve perde insin efendim!
Sevgi, saygı, arzu, hörmet hepinize;
Sevgilerim yürekten…

23 Kasım 2013 Cumartesi

Uyumsuz Defne Kaman'ın Maceraları / Su - Buket Uzuner




Yine, yeniden merhaba..
Klişe bir giriş oldu değil mi? Olsun, hoşuma gidiyor bu yansıma cümleyi kullanmak.
Oldukça yoğun geçen zamanın nihayet küçük bir parçasını kendime ayırıp size yeniden seslenme imkânı bulduğum için mutluyum. Her sorumsuzun, görevini yerine getirdikten sonraki abartılı hazzını yaşayacağımdan emin olabilirsiniz bu yazıyı bitirdikten sonra.
“Hadi Temur, lafı fazla uzatma!” dediğinizi farzediyor ve Zülfü Livaneli’nin “Gönül Yaralı, Turna” türküsünü açarak konumuza giriyorum.
Bugünkü konuğumuz Buket Uzuner. Sevgili Buket Uzuner, Türk Edebiyatı’nın önemli isimlerinden biri. “İkizlerden Biri” adlı öyküsüyle tanıştığım Uzuner, edebiyatımıza çok büyük hizmetlerde bulundu kuşkusuz. Adı geçmişken “İkizlerden Biri” adlı öykü, okuduğum öykülerin en güzellerinden bir tanesi. Şayet henüz tanışmamışsanız mutlaka “Tanışın!” derim.
Fakat bugün size Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları / Su isimli eserini takdim edeceğim.
Öncelikle kitap nasıl ilgimi çekti onu açıklamamda fayda var.
Efendim, kavmim her ne kadar uzun zamanlardan beri bu topraklarda yaşasa da göç ettiği toprakların adetlerini bu zamana kadar bir nebze de olsa taşımayı başarmışlar. Anlayacağınız Kam kültürünün içinde yetiştiğimden dolayı Kam’lıkla ilgili her konu mutlaka ilgimi çeker.
Boş vakitlerimden birinde bir video sitesinde Kamlıkla ilgili yayınlanan programlara göz gezdirirken sevgili Buket Uzuner’in konuk olduğu bir programa rastgeldim. Uzuner, Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları / Su’yu anlattıktan sonra Kaman kültürünü izleyicilerle paylaşmaya başladı. Kültürümüzü öyle güzel anlatıyordu ki, yazmış olduğu kitabı bir an önce elde etmek için kolları sıvadım.
Bir hafta sonrasında kitabı temin ettim.
Everest Yayınları’ndan çıkan kitabımız, ilk sayfalara numara verme gereği duyulmadığı için 330 sayfa olarak görünüyor. Çok da önemli değil.
İçerik olarak önce anlatıma şöyle bir bakalım. Bilen bilir, Buket Uzuner yeniliğe ve gelişmeye açık bir yazardır. Yine “İkizlerden Biri” adlı öyküden söz edeceğim lâkin bu gerekli. “İkizlerden Biri” adlı öyküsündeki anlatımla bu romanındaki anlatım arasında fark gördüm.
Romanımıza kısaca “Su” dersek, Buket Uzuner, “Su” romanında bize saf bir “Sevgi” diliyle seslenmiş. Kamlarla ilgili bir eser meydana getirirken böyle bir dili kullanması aktarım açısından gerçekten çok güzel olmuş kanımca. Çünkü kadim geleneğimizin temeli sevgiye dayanır ve bu gelenek yalnızca sevgiyle anlatılır. Bu bakımdan yazarımızı kutlamak gibi bir ukâlalık göstereceğim izninizle. Ayrıca noktalama işaretleri ve imlâ kuralları yerinde kullanılmış.
Günlük konuşma diliyle bize seslenen yazarımız “handiyse” gibi unutulmaya yüz tutmuş kelimeleri biz gençlere hatırlatmış, küçük kardeşlerimize de öğretmiş olduğundan dolayı büyük bir teşekkürü de hak ediyor kesinlikle.
Kimi yerlerde küçük anlatım bozuklukları dikkatimi çekti. Lâkin ben bunu doğal karşılıyorum. Nitekim şu an yazdığım yazıda bile ben kaç tane anlatım bozukluğu yaptım kimbilir? İnsan,  yazdığını önce belleğinden geçirdiği için, oluşturduğu eseri yeni baştan okurken ister istemez belleğini de çalıştırdığından böyle küçük hataları göremeyebiliyor.
Everest Yayınevinde çalışıp bu kitabı okunacak hâle getiren dizgici arkadaşı da kutlamak gerek. Yalnızca 1 adet dizgi hatası ile karşılaştım. Eğer başka varsa bile benim dikkatimden kaçabilecek yerlerden yaptığı aşikar.
Gelelim kitabımızın içeriğine:
Künye sayfasından sonra gelen sayfada küçük bir not düşülmüş:
Bu romandaki karakterler kurgu, yaşayan insanlarla benzerliklerse tamamen tesadüftür. Romandaki olaylar bugün Anadolu’da yaşayan bütün kültürlerin günlük yaşamına sinmiş binlerce yıllık kadim Kaman geleneklerimizden ve Orta Asya ile Sibirya mitolojilerinden esinlenerek kurgulanmıştır.
Tabi bu giriş notunu da okuyunca “Tamam, muhteşem bir Kam romanı beni bekliyor!”diyerek sevindim.
Konuyu kısaca özetlemek gerekirse; gazeteci Defne Kaman, bir yaz akşamı bindiği vapurda kaybolur. Onu aramakla görevli komiserimiz Ümit Haydar Kaman ve can arkadaşı Sahaf Semahat, bu aramalar esnasında esrarengiz olaylar, semboller ve tuhaf şifreler denizinde bulurlar kendilerini.
Ümit Haydar Kaman ve Sahaf Semahat demişken onlardan da bahsetmek icap eder mutlaka.
Komiserimiz Ümit Haydar Kaman, Kaman’lı. Alevi bir aileye mensup. Asker arkadaşı Yunus’un kız kardeşi güzeller güzeli Tasvir’e aşık. Fakat Tasvir’in ailesi Sünni olduğu için, ikisinin beraberliğini iki aile de hoş karşılamamaktadır. Evlenmelerini engellemek için ailesi Tasvir’i akrabalarına göndermiştir.  Ümit, aşklarını mensubu oldukları mezhebin baltalamasından dolayı kızgındır, küskündür; ailesine, insanlara, inançlara.
Sahaf Semahat ablamız ise genç yaşta bulunduğu ilden ailevi baskılar yüzünden İstanbul’a kaçmış, Kadıköy’de iki katlı bir dükkan açıp sahaflık yapmaya başlamış, tuttuğu dükkanın alt katında yaşamını sürdürmektedir. Kutlu ve Bilgi adlı iki sevimli kedimizin de annesidir aynı zamanda.
Bir başka kahramanımızsa evlere şenlik Umay Bayülgen. Yani Umay Nine’miz. Hani o her zaman etrafımızda olmasını istediğimiz bize bilmediğimiz şeyler öğretsin istediğimiz, cana yakın, insanları etkilemesini çok iyi bilen sevimli bir ninecik. Kadim Kam kültürünü çok iyi bilen ve bilmekle kalmayıp uygulayan büyük bir Kam, Umay Bayülgen.
Defne Kaman’dan hiç bahsetmeyeceğim. Onu, kitabı alıp okuyarak bizzat tanımalısınız.
Lâkin söylemeden edemeyeceğim, kitaptaki kahramanlardan yalnızca Sahaf Semahat ablamızı benimseyebildim.
Komiserimiz Ümit, Tasvir’i öylesine çok yoğun yaşıyor ki bir zaman sonra “Tamam Ümit, lütfen gene başlama!” dedim içten içe. Hatta öyle bir yerde Tasvir’i araya katmış ki “Pes Ümit, hakkaten pes!” dedim. Bu bölümü yazmıyorum; çünkü sonu açığa çıkacak. (Siz yine de bana bakmayın, benim bu şikayetim tamamen odunsu kişiliğimden kaynaklanmakta.)
“Eee Temur Efendi, Umay Ninemizin nesini beğenmedin?” diye sorarsanız, “Kimi yerlerde çok ansiklopedik konuşuyor.” diye cevap veririm. Bazı bilgiler konuya yedirilmemiş gibi geldi bana. Bunu aceleden gelen heyecana bağlıyorum.
Biliyorsunuz, kitabın konularına fazla derinlemesine girip insanların merakını öldürmeyi sevmiyorum. Bu yüzden burada keseceğim.
Evet, kitapta bize inanç olarak dayatılan şeylerin insanın hayatına nasıl çelme taktığını uzun uzadıya anlatıyor Uzuner. Bu sorun hep vardı ve biz, bize dayatılan şeyin kaynağını araştırıp öğrenene kadar da olacak. Ne olurdu az inandığımız şeyleri asıl kaynağından öğrenip uygulayabilseydik.
Kulaktan duyma bilgilerle yetinip, “Öyledir!” deme kolaycılığındaki mantık nedir gerçekten? Doğrularımızı doğrulamayanları doğramaktan ne zaman vazgeçeceğiz?
Bunun yanı sıra erkek egemen toplumdaki kadının yerini öyle güzel anlatmış ki yazarımız, okurken evet “Uzuner, gerçekten doğru söylüyor!” diyeceksiniz.
Kamlık konusuna gelince: Bu konuda daha kapsamlı bir şeyler bekliyordum. Maalesef o istediğim tadı bu kitaptan alamadım. Belki ikinci kitapta daha derine inecektir Buket Uzuner. Umudum, Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları serisinin ikinci kitabında.  
Aslında benim istediğim Buket Uzuner’in  tamamen Kam kültürüne dayalı güzel bir öykü kitabı hazırlaması.
Bunların dışında kitapta çok güzel tespitler ve altını çizdiğim cümleler var. Son olarak onları da paylaşmakta fayda var:
* Bilgelik, gerçeğe cesaretle ve samimiyetle ilerlemeye gönül koyanın uzun yolculuğunun sonunda avucuna dolan ışıktır, nurdur. Bilgelik, öyle keskin bir ışıktır ki, bilgenin gözlerini yakar. Bilge, kendinin bilge olduğunu bilmez, bilse unutur, hatırlamaz herhalde…
* Günde sekiz kucaklaşmanın insanı gripten koruduğunu söyleyen Umay Nine miydi?
* Adalet varsa rezalet yoktur. (Türk atasözü)
* Zaman ümidin en büyük düşmanıdır. Zaman geçip gece ilerledikçe sessizlik ümidin azaldığı boşlukları dolduruyordu.
* Aklî dengesi yerinde olan herkes, Medeni Kanun’umuza göre kadının boşanmak için ısrarla diretmesinin erkeklik onurunun zedelenmesine  sebebiyet veren bir tahrik unsuru sayılarak olasılıkla katilin cezasını kısaltacağını, onun on yıl kadar bir süre sonra yeni bir genç kızla evlenmek üzere serbest kalacağını biliyordu.
* Ben hâlâ kendi doğrularımla kurduğum hayatımı yaşamaya devam ederken, onların çoğu başkalarının kurallarıyla düzenlenmiş, eğlencesiz, uzun hayatlarını mal – gözlü, cimri ve çok sıkıcı yaşlılar olarak sonlandırmaya hazırlanıyorlar.
* Hakikat eğilir; ama kırılmaz.
* Her şey üstüne gelip seni dayanamayacağın noktaya getirdiğinde sakın vazgeçme! Çünkü orası, gidişatın değişeceği yerdir! (Mevlana)
* İstanbul’da utanınca hâlâ yüzü kızarabilen bir insana rastlamak Semahat’i gülümsetti.
* Çocuklar, yetişkinlerin unuttukları büyük bir kavrayış ve hayâl gücüne sahiptir.
* İnsanın beraber anısı bile olmayan birini özlemesi, Noel Baba’yı özlemekten farklı değil; ona inanmayı da bir yaştan sonra bırakıyorsunuz. Ben, yedi yaşından sonra öksüz ve yetim büyümüş, şanssız bir çocuktum!
* Olmayacak bir şey için beklenti yaratmak çok tehlikelidir.
* Zamanla öğrendim ki, insan kardeşini, hatta çocuğunu bile seçemiyor!
* (…) insan kendini inandırdığı şeyle gerçek arasındaki farkı er veya geç bir gün kavrayamaz mı? Bunu hâlâ bilmiyorum.
* Baskıya karşı direnmek, insanın kendi istediği yolda hayatını kurmak için mücadele etmektir, kurmamak için değil.
* Çünkü birileri hakkında doğal yolla bilgi edinmek, karşılığında insanın kendisi hakkında bilgi vermesi anlamına da geliyordu ve hiç kimse kendini özenle saklayan biriyle uzun süre arkadaşlık etmezdi.
* Sık görüştüğümüz, beraber çalıştığımız, bazen – eğer varsa – ailemizden daha fazla zaman geçirdiğimiz insanları aslında sandığımızdan az tanıdığımızın farkına vardığımızda, derin bir boşluğa düşmüş gibi oluruz. Bu boşluk, biraz da kendi bencilliğimiz ve egomuzla yüzleşmenin uçurumudur.                                                                                                                                                                                               
* İnsan kendini aynada görmek istemeyecek kadar çok üzgün olduğunda yüzü onu terk eder ve bazen yıllarca geri dönmez.
* Aşk, insana kalbinin yerini öğretiyor.

Evet yine geldik, bir kitabımızın sonuna.
Artık Temur gider
Ve perde iner!..

Her ne kadar sürç-i lisân ettiysek affola!..