17 Aralık 2013 Salı

Şehristan Rivayetleri – Serhat Poyraz




Herkese bir kez daha merhabalar efendim.
Şu sıralar mekân değişikliğinden dolayı internete fazla giremiyorum. “İnternetin olsa çok mu kitap yorumunda bulunacaksın bre Temur?” diye sorabilirsiniz. Net bir cevap veremiyorum; tek bildiğim şu sıralar kitapların üzerine fazlaca yoğunlaşmış olduğum. İş – güç, yaşamın getirip götürdükleri öylesine yoruyor ki baz’an koşa koşa kitaplarda soluklanmayı tek kurtuluşum olarak görüyorum. Yalnızlıktan şikayet ettiğim düşünülmesin; aksine bana büyük bir huzur veriyor. Kendi iç sesimi daha yakından duyuyorum. Benden mi kaynaklı yoksa soğuyan havalardan mı, bilmiyorum. Bilmemek daha iyi bazı şeyleri diye düşünüyorum. 
Herneyse, hadi kitabımıza geçelim.
Bugün, Serkan Poyraz’a ait “Şehristan Rivayetleri” isimli romanla başbaşayız. 
İlk basımı 2012 yılı olan Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan kitabımız 180 sayfa. Kırmızı Kedi Yayınevi demişken, tebrik etmezsem çok büyük ayıp etmiş olacağım. İlgi çekici kitaplarla dikkati çeken yayınevimiz, edebiyata çok güzel eserler kazandırdı bana göre. İlgiyle takip ettiğim yayınevlerinden. 
Kitabımızın kapağı sade olmasına rağmen arka planda kullanılan fon gayet şık olmuş. Çarpık çurpuk yazı fontu da ayrı bir güzellik katmış kanımca. Yılanlara çok büyük  saygı duyan birisi olarak, yılanın biraz daha göze hitap etmesini isterdim; ama açık konuşmak gerekirse yazı fontuyla uyumlu olmuş. 
Şehristan Rivayetleri, Serhat Poyraz’ın ilk kitabı. Açık söylemek gerekirse Serhat’ın ilk kitabı böyleyse daha sonrakiler nasıl olacak çok merak ediyorum. 
Önce kitabımızın konusuna bakalım.
Romanımız, Osmanlı Dönemi’nde geçiyor. 
Bizans Dönemi’nde Mikail adlı bir adam tarafından kurulan, Osmanlı Döne’nde yükselişini istikrarla devam ettiren Mevt-i Esved, suikastlarıyla nam salmış, “adaletin kılıcı” olarak  tanınan bir loncadır. 
Romanımızın kahramanı dilencilik yapan Yavuz Ali, Kuyumcubaşı İsa Efendi suikastında bilmeden de olsa yardım ettiği Kara Agop tarafından tehditvarî bir şekilde loncaya davet edilince bu teklifi kabul eder ve maceramız başlar. 
Özetle hep birlikte, Yavuz Ali’nin loncaya girişini, asıl ismi Ermiya olan üçkâğıt ve suikast uzmanı Pencüyek tarafından eğitilişini, loncadaki ilk kabul sınavını ve sonrasında gelişen olayları bir solukta okuyup kitabın sonunda da yazarı tebrik ettikten sonra dağılıp evlerimize gideceğiz. Bakalım Konstantiniye’nin tekinsiz sokaklarında geçen bu “derin” macera sizi nerelere götürecek?
“Kitabı beğendin anlaşılan?” diye sorarsanız “Çok beğendim!” derim.  Yazarı gerçekten kutlamak istiyorum. Genç bir yazar ve ilk kitabını yayınlayan birisi olmasına rağmen, kitabının konusuna tam anlamıyla hakim olmuş Serhat Poyraz. 
Özellikle kullanmış olduğu dil, anlattığı döneme kolayca inmenizi sağlıyor. Bunun yanında yer yer unutulmuş deyimlerle, argo kalıplarla tamamen edebiyat şöleni vermiş yazarımız. 
Yer, kişi tasvirleri mükemmel bir şekilde okuyucuya sunulmuş. Kahramanları kafanızda rahatlıkla canlandırabiliyorsunuz. Tasvirle de kalmıyor Serhat Poyraz. Kahramanların duygularını, ne düşündüklerini öyle ustalıkla aktarıyor ki kitabı okumuyor, kahramanlarla beraber suikastlere giriyor, kaçıyor, kovalıyoruz.
Gerçekten zevkle okuduğum bir kitap. Bir kere okumakla da kalmıyorsunuz üstelik. İlerleyen zamanda tekrar okunabilinecek ender kitaplardan. Alıp okuduğunuzda, mutlaka “Bu kitabı şu köşeye koyayım, sıkıldıkça bakarım.” diyeceksiniz. En azından ben öyle düşünüyorum. 
Valla aslına bakarsanız kitap hakkında söylenecek çok şey var. Ama bazı şeyleri anlatamazsınız, mutlaka yaşatmanız gerekir ya. Bu yüzden kitabı anlatmaya çabalamayacağım. Benim gibi tarih severlerin zevkle okuyacağı bir kitap. Alın okuyun efendim. 
Altını çizdiğim cümleleri paylaşmayacağım sizinle. Kitaptaki unutulmuş bilgileri, güzel tespitleri okuyarak keşfedelim bu defa. 
Evet, artık huzur içinde gidebiliriz.

Yıkıla, viran ola perdeler!..
Sevgi, saygı, arzu, hörmet ederim efendim.
Temur, gider..

  

9 Aralık 2013 Pazartesi

Alevli Geceler – Pelin Özen




Merhaba güzel insanlar. 
Soğuyan bir aralık ayından bir kez daha sesleniyorum size. Bugün çok sohbet edecek bir havam yok açıkçası. Tek temennim, bu soğuk kış günlerinde kendinize dikkat etmeniz. 
Evet, müzik kutumuza bir Nikos Papazoglou atıp hızla kitabımıza geçebiliriz.
Başlıktan da gördüğümüz gibi bugünkü kitabımız Pelin Özen’e ait “Alevli Geceler” isimli kitap.
Erotizmle harmanlanmış ilginç bir kitap Alevli Geceler. Aslına bakarsanız böyle kitaplar bana çok sıkıcı gelse de “Oğlum Temur, repertuarını biraz genişletsen iyi olacak!” diye söylenip duran iç sesime kulak verip aldım bu kitabı.
Alevli Geceler, Pelin Özen’in ilk kitabı.
Peki, kimdir bu Pelin Özen. Şöyle kısaca kendisini tanıtalım. Pelin Özen, lisans eğitimini Marmara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünde, yüksek lisans eğitimini M. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim Programları ve Öğretimi alanında yapmış bir yazar. Aynı zamanda www.yatanmilletbatarya.com adlı kendine ait olan internet sitesinden yazılarına ulaşmak mümkün.
Kitabımız Cinius Yayınlarından yayınlanmış.
Cinius Yayınları demişken, ondan da bir nebze olsun konuşalım. Cinius Yayınları, her çeşit yazara ve okuyucuya hitap eden bir yayınevi. Nasıl mı? Hazırlamış olduğunuz kitabı Cinius Yayınevi’ne götürüyorsunuz. Belirli bir ücret karşılığında Cinius Yayınevi, kitabınızı basıyor ve dağıtımını üstleniyor. Yayınevi editörlerinin nazlarından ya da güzel bir eser hazırlamış olduğu hâlde “Bu kitap güzel; ama iş yapmaz” diyerek geri çevrilen yazarlar için bir alternatif Cinius Yayınevi. 
Bildiğim kadarıyla “İkinci Adam” ve “Sokak Kitapları” da aynı sistemde çalışan yayınevlerinden.
Bununla da kalmıyorsunuz. Bu belirttiğim yayınevlerinin vermiş olduğu telif ücretleri diğer yayınevlerinden fazlaymış diye okudum. Yazara  verilen şifre sayesinde yazar, siteye girip kitabının ne kadar satıldığını görebiliyormuş. “-miş” li “-muş” lu konuşuyorum; açıkçası ben fazla araştıramadım. Ama ilerde kıyıya köşeye para atma gibi bi alışkanlık kazanırsam ben de bu şekilde çıkarırım büyük ihtimalle yazdığım ve yazıyor olduğum kitapları.
Diğer yayınevlerinin “Dosyanız elimize geçmedi –acaba nereye koyduk – “ , “Kitabınız gerçekten çok güzel; yaz (bazan kış) mevsimi koleksiyonumuzda yayınlamak istiyoruz. Yalnız, yayın ilkelerimizden dolayı, ilk kitabını çıkaracak olan bir yazarın kitabını yayınlayabilmemiz için kitabın masraflarını yazardan almak zorundayız.” gibi cümlelerden gına geldi. (Gerçi iki yayınevine gönderdim; ama öğrendiğim kadarıyla sistem böyle işliyor.) Kaldı ki hâlihazırda satış rakamı çok iyi olan bir kitabın da yazarıyım laf aramızda. Lâkin, o yayınevi yalnızca çocuk kitapları yayınladığından yetişkin kitapları için başka yayınevlerinden medet ummam gerekiyor. En azından Cinius ve benzeri yayınevlerinden kitabı çıkarmak zaman konusunda oldukça işime gelecek. Çünkü gördüğüm kadarıyla diğer yayınevlerinden oldukça uzun süreler sonucunda yanıt alabiliyorsunuz.
Pelin Özen acaba Cinius Yayınevinin verdiği hizmetten memnun mu bilmiyorum. Boş bir anımda sorup öğrenmem gerek. Yalnız adını şu an hatırlamadığım başka bir yazar “Sokak Kitapları Yayınevi”ni oldukça övmüştü. 
Herneyse, gene konuyu çok dağıttık, kusura bakmayın e mi?.
Cinius Yayınları’ndan çıkan kitabımız 174 sayfa.
Kapak tasarımını Cinius Yayınları’na pek yakıştıramadım. Kapak tasarımları dalında ödül almış bir yayınevinin bu kadar basit bir kapakla karşımıza çıkması hoş olmamış. Kapak, kitabın kimliği olmalı ve cezp etmeli karşıdaki kişiyi. Umarım, diğer kitaplarında böyle bir şeyle karşılaşmayız.
İçeriğe bakalım biraz da.. 
Yazarımızın dili, aldığı Edebiyat eğitiminden olsa gerek gayet yalın ve etkileyici. Kimi yazarların öyle cümleleri var ki kullandığı kelimeleri bir puzzle parçası gibi alıp bir takım yerlere koyup anlamı öyle yakalıyorsunuz. Çok şükür, Pelin Özen kelimelerini ve cümlelerini yerli yerinde kullanmayı başarmış iyi bir yazar. Yaptığı tasvirlerle sizi bulunduğu ortama “şıp” diye damlatıyor. Betimlemeler, benzetmeler gayet başarılı benim gibi bir okuyucu için.
Kitabımızın konusuna gelince..
Kitabımızın kahramanı Nezihe, bir bankada çalışan, sönük, kendi hâlinde bir kız. Tâ ki, mesai saati bitene kadar.
Genellikle Cumartesi akşamları ya da tatil dönemlerinde arkadaşımız Nezihe, Nezihe olmaktan çıkıp bambaşka bir kişiliğe dönüşüyor. Bu kişilik kim mi? İsmi Alev. Nezihe’nin tersine, atılgan, cesur, çılgın birisi Alev.
Günler öncesinden geçireceği geceyi tam anlamıyla koordine eden Alev, gittiği mekânda gözüne kestirdiği erkekleri baştan çıkarmayı başaran usta bir avcı.
Türk aile yapısına uymayan bir kadın Alev. Tamamıyla çizgi dışı bir karakter. Kitabı okurken onun hayatı kadar beyninin içindekilere, hislerine de ortak olacak, onu daha yakından tanıyacaksınız.
Ha, “Temur, anlaşılan o ki Alev senin de ilgini çekti di mi?” diye soracak olursanız. Açıkçası pek fazla çekmedi. Yalnızca Nezihe’yi ve Alev’i tanımış oldum. Bir insanın içinde yatan iki kişiyi kolay kolay her yerde tanıma şansına sahip değilsiniz kaldı ki. Cinsellik konusunda bir takım tabularım var. Sanırım almış olduğum kültürden kaynaklı. Cinselliğin bir ihtiyaç olarak görülmesi midemi bulandırıyor. Bunu bir büyü olarak görüyorum. Özel olmalı.
“Özel olmalı” demişken kitaptaki “Art Cengiz” gibi konuştum. Şeytan’ın art ayağı Cengiz de beraber olacağı kadın için “Özel olmalı” diyordu. Ailemde “Çekik gözlü Şeytan” diye tanımlandıktan sonra Şeytan’ın art ayağı Cengiz’i görünce: “Sanırım, bütün şeytanların çalışma sistemi birbirine benziyor!” diye geçirdim içimden.
Her bölümde bir başka macera yaşayan Alev’i okurken yazarın anlatımındaki zenginlik oldukça hoşuma gitti. Bu bakımdan roman, hikaye gibi edebiyatla ilgilenen arkadaşlara önerebileceğim bir kitap.
Kitabın sonunda gülümseme şansınız mevcut üstelik. Belki sizi şaşırtabilir.
(Bu arada küçük bi' itiraf; yer yer sıkıldığım anlar olmadı değil.)
Son olarak Alev’in hayatını tasvip etmemekle birlikte yargılayacak da değilim. Her yaşantı seçimlerden ibaret. Alev ya da Nezihe, böyle bir yaşantıyı seçmişse bu, onu ilgilendiriyor. Bu yüzden tutup burada ahlâk eleştirisi yapmak haddim değil.
Bu arada, yazıp yayınlaması gerçekten cesaret isteyen bir kitap. Yalnız şöyle bir hatamız var. “Kitabın kahramanı öyleyse, kesin yazar da öyledir!” diye düşünmek. Lütfen yazarla, kahramanı karıştırmayalım.
Evet efendim, kitap için söyleyebileceklerim bunlar.
Geriye ne kaldı? Altını çizdiğim cümleler elbette.


* (Yazarın, orgazmı anlattığı bir bölümdeki şu ifadelerini beğendim): Kulaklarının içinde çalan minik davullarla zillerin senfonik orkestrası büyülü ritmiyle beynini ele geçirirken birbiri ardına patlayıp dağılan rengârenk yaldızlı ışık toplarını gözlerini kapayarak yakalamaya çalışmak… (Buraya kadar yazsam yeterli sanırım)
* Eğitimin iyi, işin düzgün, kazancın yerindeyse; aşk yarası, ölüm acısı ya da büyük hayal kırıklıklarının sancısı ile sarsılmamışsan henüz, kendinden söz etmek zevklidir.
* Seks oyuncakları ya da fetiş nesnelerini ancak oyunun eğlenceli parçaları olarak kabul edebilirdi, oyunun kendisi olarak değil.
* - Sen kimsin Alev, lütfen bana söyler misin?
(…)
- Yaşamayı seven ve daha keyifli yaşamak için gereken çabadan kaçınmayan genç bir kadınım.
* Bedenini düşler ülkesinde yer çekimsiz bir yolculuğa çıkaran bu mükemmel âşığa aynı şekilde karşılık vermek istiyordu yalnızca.
* Av zamanlarının, yani birlikte olacağı erkeği seçmek üzere yola çıktığı özel zamanların dışında seksi görünmesi gereksizdi çünkü sürekli birilerinin dikkatini çekmek demek seçilmek demekti, seçme özgürlüğünü kaybetmek demekti.
* (…) baharın sepetinden ruhunu tazeleyecek ne varsa aşırıp bezemeliydi kendini insan, küçücük varlığını devleştiren aklıyla bulmalıydı mutluluğun yolunu. 


2 Aralık 2013 Pazartesi

Kayıp Gül – Serdar Özkan



Selam, selam, selam güzel insanlar.

Aralığın aralığından da girmiş bulunduk. Zaman nasıl da farkında olmadan geçip gidiyor üzerimizden. Bülent Ortaçgil geliyor aklıma “Anlamak, çözmeye yetmez be Temur Efendi!” diyorum kendi kendime. Herneyse, çok konuşup sizi sıkmamakta fayda var.
Belki bir gün “Konumuz Dışı Bir Beyan” açıp bol bol gevezelik yaparım; kimbilir.
Evet, bir Greek havası atıp başlayalım kitap yorumumuza.

Bugün, Serdar Özkan’ın ilk kitabı olan Kayıp Gül’den bahsedeceğim size. Aslına bakarsanız epey oldu bu kitabı okuyalı; ama hakkında yazmak bu zamana kısmetmiş.

Kayıp Gül’ün varlığından alışveriş yaptığım kitap sitesi sayesinde haberdar oldum.
Tanıtım yazısında bu kitabın tam kırk üç dile çevrildiği ve elliyi aşkın ülkede yayınlandığını okuyunca merak ettim. Eee, hak verirsiniz ki bir “ilk roman”ın nasıl bu kadar başarı kaydettiğini insan ister istemez merak ediyor. 

Bunun yanında kitabın arka kapağındaki yorumlar da kitabı öve öve bitiremiyordu. Özellikle “Helsinki Sonomat”ın “Türklerin Küçük Prens’i tüm dünyayı büyülüyor.” Yorumu bir “Küçük Prens” hayranı olan Temur’u heyecanlandırmaya yetmişti.

Herneyse; devam edelim…

Kayıp Gül, Timaş Yayınlarından çıkmış 205 sayfalık bir kitap.
Kahramanımız Diana aslında öykü yazarı olmak isteyen fakat – bizim mahalle baskısı diye adlandırdığımız – toplum baskısı nedeniyle rotasını avukatlık mesleğine çevirmiş bir kızımız. Kendisi babasız büyümek zorunda kalmış insanlardan bir tanesi. Hayatını annesiyle idame ettiren Diana’nın bütün dünyası, annesinin rahatsızlığıyla değişir. Yapılacak hiçbir şeyin kalmadığı günlerden birinde annesi, Diana’ya öldükten sonra açıp okuması kaydıyla bir mektup verir. Diana zor da olsa annesinin istediğini kabul eder.

Zaman geçmiş ve Diana’nın korktuğu başına gelmiştir. Evet, annesi artık hayata gözlerini yummuştur.

Mektubun açılma zamanı gelmiştir. Merakla mektubu açan Diana’nın hayatı artık iyiden iyiye alt – üst  olmuştur.

“Öldü!” diye bildiği babasının aslında ölmediğini, kendilerini terk ettiğini öğrenir sevgili Diana’mız. Yaşadığı şok bununla da bitmeyecektir üstelik. Babası kendilerini terk ederken yanına Diana’nın varlığını hatırlamadığı ikiz kız kardeşi olan Mary’i de yanında götürmüştür. Aradan geçen uzun yılların ardından babası Mary’e annesinin adresini vererek mektupla iletişim kurmasını sağlamıştır. Fakat annesinin öleceğini öğrenen Mary, bu gerçeği kaldıramaz ve geride bir mektup bırakarak ortadan kaybolur. Annesi, mektubunda Diana’nın ikiz kardeşini bulup ona sahip çıkmasını istemektedir.

Eveeet; artık maceramız başlamıştır efendim!
Önümüzde çözülmesi gereken bulmacalar, mektuplar, seyahatler, yeni kişiler uzanıp gitmekte.
Hikayenin bazı yerlerinde her ne kadar tutukluk yaşansa da genel anlamda sürükleyici.
Bunun yanı sıra bir ilk romanda yazarın baş karakter olarak karşı cinsi seçip onun dünyasını bizlere sunması gerçekten cesurca ve takdire şayân.

Kitabı genel bağlamda beğenmiş olsam da daha önce de söylediğim gibi kimi yerlerdeki tutukluk dikkatimi çekti. Ama bir ilk roman için bu bir sorun teşkil etmez kanaatindeyim. Üstelik, benim tutukluk olarak gördüğümü bir başkası tutukluk olarak görmeyecektir mutlaka. Nihayetinde basit bir okuyucudan öteye geçmiş biri değilim.

“Basit olmayan okuyucu” nasıl diye sorarsanız; anlatması gerçekten çok uzun. Yine de size şöyle bir örnek vereyim. Vakti zamanında bir kitap yazmıştım. (Yayınevlerinin nazlarını çekemeyecek kadar agresif ve çabuk rest çeken biri olarak yayınlatmayı düşünmüyorum artık) Kitabı, Edebiyat Öğretmeni bir arkadaşıma sundum. Karşılığında çıkarmış olduğu notlar beni tepetaklak etmişti. Arkadaşım kullandığım kelimelerden ve kurduğum cümlelerden çocukluğuma inmiş, yaşadığım travmaları bana tek tek aktarmıştı. Onu tanıdıktan sonra kendimi öylesine biri gibi gördüm iyice.
Keşke boş bir vakti olsa da o bir blog hazırlasa, okumaya doyamazdık hakkaten. Herneyse, konuyu çok dağıttım gene…

Kitabımıza dönelim.

Kitabın sürpriz finalini maalesef kitabın ortalarında keşfettim. Kitap, yarısına geldiğinde kendini çok belli etmiş. Bunun, benim hislerimle ilgili olmadığını “canım ötesi” dostum Suat’ı dinleyince iyice anladım. O da kitabın sonunu, sonu gelmeden tahmin edince kitabı okumayı yarım bırakmış.
Yine de bana kalırsa alıp okunabilinecek bir roman Kayıp Gül.
Özellikle kahramanımız Diana’nın yolu İstanbul’a düştüğünde otel sahibi Zeynep Hanımla tanışıp ondan güllerin dilini öğrenmeye çalıştığı anları keyifle okuyacaksınız.
Bakalım, güllerin dilini öğrenebilecek mi?

Evet, kitabımız hakkında söyleyeceklerim bundan ibaret. Yakın zamanda Serdar Özkan’ın “Hayatın Işıkları Yanınca” kitabı  için de bir başlık açacağım. Umarım, sorumsuzluğum gecikmeme neden olmaz.

Son olarak, kitapta hoşuma giden kimi cümleler var; hazır elim değmişken birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum:

•    “Ama Mary sonunda kendi düşünü kovalamayı sürdürmüş. Başkalarının beklentilerinin esiri olmamış benim gibi.”
•    “Ama kafa yormam gereken bir şey var. O da, benim tıpkı Artemis gibi, başkalarına bağımlı olduğum gerçeği. Ve bunu gizleyebilmek için de, tanrıça maskesiyle dolaşan bir zavallı olduğum gerçeği!... “
•    “Diana… Hem başkalarından şikayet ediyorsun, hem de kendini bir başkasına soruyorsun. Unutma ki, senin için ben de bir başkasıyım.”
•    “Hiçbirimiz kusursuz değiliz. Kusursuz olmak zorunda da değiliz.”
•    “Peki ya kendi hayatımızı değil de, başkalarının bizim için seçtiği hayatı yaşıyorsak? Bu mu doğal olan?”
•    Peki şimdi ne oldu da fikrin değişti? Yoksa sen de mi “büyüdün” benim gibi?
•    “Düşler gerçekleşecek olanın mayasıdır.”

Eh, artık Temur gitsin ve perde insin efendim!
Sevgi, saygı, arzu, hörmet hepinize;
Sevgilerim yürekten…