30 Nisan 2013 Salı

Grimm Masalları

Selam, selam, selam sevgili halkım..
Görüşmeyeli umarım afiyettesinizdir. Nisan ayının yerini Mayıs ayına devriyle beraber keyifli bir yorgunluk çöktüğünden midir yoksa her zamanki tembel yapımdan mıdır bilemeyeceğim (1. seçenek beni daha az mahçup ediyor) kitap yorumlarını uzun aralara yaydım. Ama aslına bakarsak 1 ayda 4 adet kitap yorumu aslında hiç de fena değil. Ben "Gerek iş - güç, gerekse arta kalan zamanda yapmam gereken işler nedeniyle ara ara yazdığım için affedin beni" dediğim zaman, siz de "1 aylık süreç için bu sayı gayet uygun" diyerek teselli edin beni, anlaştık mı :)
Herneyse efendim, lafı çok fazla da uzatmanın âlemi yok. İsterseniz artık kitabımıza geçelim.
Evet, bu akşam Pinhan Yayıncılık'tan çıkan Grimm Masalları kitabını inceleyeceğiz. Kitabımız 2 cilt ve toplamda 1068 sayfa.
İlgimi çeken tarafı, masalların orijinal hâli olmasa bile orijinale yakın kaynağından derlenmiş olması. Yayınevi, 1857 yılındaki 7. baskıda yer alan 211 masalı bize ulaştırmayı başarmış. "Aradaki fark nedir?" diye sormayacak kadar zeki olduğunuzu biliyorum ve lâkin şans eseri sayfamızla karşılaşan küçük kardeşlerimizin de olduğunu düşünerek (çok iyimserim sanırım) açıklamakta fayda görüyorum. Kitabın orijinal hâli ile şimdiki hâli arasında oldukça büyük farklar var. Pinhan Yayıncılık da özellikle bunu önplanda tutarak böyle bir baskı çıkarma gereği duymuş kanaatimce. Çok da iyi olmuş aslında. Burdan kendilerine ve kitabı çeviren Saffet GÜNERSEL'e sonsuz teşekkürlerimi gönderiyorum.
Gelelim, kitabımızın içeriği olan masallara. Efendiiiiim, dediğimiz gibi masallar şimdiki düzenlemelerden geçmediği için garip, korkunç, hatta "Bu nasıl olur!" diyebileceğimiz türden. Mesela 1. ciltin ilk hikayesi olan "Binderili" isimli masal, tüylerimi diken diken etti desek yeridir. Masal, bir kralın eşinin ölümünün ardından eşine çok benzeyen kızına aşık olmasını ve onu elde etmek için giriştiği maceraları anlatır. Evet, ne ben yanlış yazdım ne de sizin gözleriniz bozuk. Resmen kral, kendi kızına aşık olmuş. Nasıl da sapıkça değil mi? Masalın  tamamını ve vermek istediği ana temayı size her zaman olduğu gibi şimdi de anlatmayacağım. Alın, okuyun; ister "vay anasını!" deyin "ister "dağlara, taşlara!"
Kitapta bulunan her masal elbette böyle değil. Gerçi Külkedisi'nin kardeşlerinin, ayaklarını ayakkabıya sığdırabilmek için neleri feda ettiğini okuyunca derin bir şok yaşayabilirsiniz (Ben küçükken aynısını okuduğum için pek bir şok yaşamadım). Okurken, oldukça keyif aldığım ve "Vay be, bu harika" dediğim masallar oldu. Özellikle "Demir Hans" masalını çok ama çok beğendim.
Günümüzün birbirine benzeyen, masum ama sıkıcı masallarının yanında bu kitap gerçekten bir harika! Çocukluğumda TRT1 ekranlarında haftasonu sabahlarında izlediğim "Masal Tiyatrosu" programının tadını duyumsadım. Siz ne duyumsayacaksınız çok merak ediyorum doğrusu..
Bunun yanında masallarda kullanılan şimdiki diliyle illüstrasyon denilen resimler öylesine güzel ki ne desem eksik kalacak. Keşke, bu resimleri küçük kullanmayıp da bir tam sayfaya koysalarmış; ama elbette gerek sayfa sayısının artması, gerekse bundan kaynaklanan maddi artış nedeniyle bu şekilde yapmayı uygun görmüşlerdir diye düşünüyorum. Saygı duyarım.
Gelelim kapağa.. Kitabın kapağı da içeriği kadar etkileyici. Ayrıca özenle ciltlenmiş olmasından dolayı  kütüphanenize de gerçekten çok güzel bir görünüm kazandırıyor.
Bu kitap alınır ve kütüphaneye gururla konulabilir. İçinde bulunduğunuz dünyadan sıkılıp anlık da olsa başka dünyalara kaçmak için bu kitap birebir.
Eveeet, her zaman ki gibi bu akşam da gerçekten çok konuştum. Ama takdir edersiniz ki zaten az görüşüyoruz. O kadar da olsun değil mi :)
Artık gitme zamanı, hadi bakalım kalın sağlıcakla :)
Temur gider,
Perde iner...........





26 Nisan 2013 Cuma

Konumuz Dışı Bir Beyan



Evet, sevgili halkım. 
Havalar gayet güzel gidiyor, en azından bu benim için böyle. Anın tadı daha bir başka çıkıyor böyle zamanlarda. Sanırım sizin için de öyledir. Nitekim bahar, törpüsüdür yüzeysel sıkıntıların. 

Bu akşam size bahar hakkında özlü sözler ya da gazeller döktürmeyeceğim merak etmeyin. 
"Eeee, Kıran Temur; ne diye topladın bizi burda?"  diyeceksiniz ki dikkat ettiğim kadarıyla gerçekten bunu yapıyorsunuz ve yaptığım bu gıcıklığa verdiğiniz tepkiyi görmek beni neşelendiriyor. 

Efendim, 27 Nisan 2013 tarihi itibariyle sınava girecek bir öğretmen arkadaşımıza başarı dilemek için bu yazıyı hazırladım. 
"Eeee, bize ne bundan! Git başarını dile kardeşim!" deyip bana çemkirebilirsiniz; ama bence şöyle yapalım. Bana çemkirmekle geçireceğiniz vakti şu şekilde değerlendirelim:


"İnşallah, öğretmen arkadaşımız Cumartesi Günü girecek olduğu sınavı başarıyla sonuçlandırır ve bize oluşturduğumuz sinerji için teşekkür eder!" diyelim hep bir ağızdan... 
Hadi bakalım efendim; sinerjiler toplaşsın da Voltran'ımız coşsun..

Sınavzedemize kolay gelsin.. 
Sevgilerim yürekten efendim.. 



19 Nisan 2013 Cuma

Laf Evi - Serdar Aysev






Bir kez daha selam efendim :)
Güzel bir günün bir kısmını yine kitaplara ayırmanın zamanı geldi. Yorum yapmakta geciktiğim bir kitap var elimde. Başlıktan da görmüş olduğunuz gibi bu günkü konuğumuz "Laf Evi" isimli kitabıyla Serdar Aysev. 

Kitaba geçmeden evvel Serdar Aysev hakkında biraz konuşmak istiyorum. Çünkü hakkında konuşulması gereken ender kişilerden bir tanesi Serdar Aysev. Onu yakından tanıma imkânını bulmuş şanslı insanlardan bir tanesiyim. Serdar Aysev'le ilk karşılaştığınızda onda yazarlıktan çok bir dost sıcaklığını göreceksiniz. Karşısındaki kişi kim olursa olsun onun için önemlidir ve yaşı kaç olursa olsun bir insana gösterilmesi gereken saygıyı gösteren ender insanlardan bir tanesidir. "Ender insanlardan" tabirinin altını çizmekte fayda var. Günümüzde insanlar öylesine kendi derdine düşmüş ki artık duymak istese de kendinden başkasının sesini duyamıyor, görmek istese de göremiyor. Buna ben de dahilim açık konuşmak gerekirse. Serdar Aysev, her şeyden önce "farkındalığın" farkına varmış bir isim. Bu da onu "an"ın kıymetini bilen, ayrıntıları keşfetme heyecanı taşıyan birisi yapıyor. Üstelik bunu sadece kendi içinde yaşamıyor. Öğretmen kimliği öylesine hamuruna işlemiş ki keşfettiği şaşılacak ayrıntıları ve farklı bakış açılarını sizlerle paylaşmak da ona büyük bir mutluluk veriyor. Bunu konuşmasından ve gözlerindeki pırıltıdan rahatlıkla anlayabilirsiniz. Onunla beraberken  iki dost, hayatı keşfe çıkan iki kâşifsinizdir. Başta da dediğim gibi, onu yakından tanıma şansını yakalamış birisiyim. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Serdar Aysev mutlaka ama mutlaka tanımanız gereken birisi. Tanıştığınız zaman ne demek istediğimi ve hakkında ne kadar az şey yazdığımı göreceksiniz. 

Eveeeet, gelelim kitabımıza. Serdar Aysev'in çok sevdiğim bir insan olması kitabına taraflı gözle bakacağım anlamına gelmez. Bir kitap neyse, onu anlatır; size bir fikir veririm. 
Öncelikle kitabı alacaksanız bilmeniz gereken önemli bir husus var. Öylesine okunacak bir kitap değil Laf Evi.  Onu alırken bilinçli davranmanız, çok ciddi bir kitapla karşı karşıya kalacağınızı bilmeniz gerekir. Toplu taşıma araçlarında ya da bir yandan müzik dinleyerek okunacak bir kitap değil. Neden mi? Öncelikle kitaptaki dilden bahsedeyim. Serdar Aysev'in cümleleri gerçekten çok uzun. Bu bana göre muhteşem bir başarı. Hangimiz uzun cümleler kuruyor ki artık içinde bulunduğumuz devirde. Kitabı değerli kılan unsurlardan bir tanesi bu. İşin tuhafı sevgili dostlarım, ismini vermeyeceğim dünyaca ünlü, ödüllü yazarlarımız bile uzun cümleler kurarken anlatım bozukluğu yaparken bu kitapta anlatım bozukluğuna hiç rast gelmedim. Bu kusursuzluk beni büyüledi. Açık söylemek gerekirse çok ama çok kıskandım yazarımızı. Keşke ben de böyle cümlelere sahip olabilseydim. 
İkincisi kitabın tekniği.. Yazarımız kitapta, bilinç akışı tekniğini öylesine ustalıkla kullanmış ki, romanın kahramanıyla bir anda özdeşiveriyorsunuz. Bilinç akışını yaşaması kolay ama yazması bu kadar zorken Serdar Aysev'in kusursuz derecede bu tekniği kullanması beni büyüledi. 
Günümüz yazarları ve yazar adayı arkadaşlarımızın bu nedenle Laf Evi'ni mutlaka okumasını öneririm. Bu kitap, size çok şeyler öğreteceği gibi benimsediğiniz üslûpta derin bir ıslahat yaratacak. 


Tavsiyemin ardından kitabımızın formatına bir göz atalım. Laf Evi'nin formatı oldukça zengin.  Kimi bölümleri bir senaryo havasında okurken kimi bölümlerde bir tiyatro izleyicisi oluverirsiniz. Bununla da kalmıyor. Beklemediğiniz bir zamanda bir masalla karşılaşıyorsunuz. Masal öylesine güzel, öylesine sürükleyiciydi ki hakkında ne yazsam eksik kalır. Çevirip çevirip okuduğum bir bölüm açık söylemek gerekirse. Bunun nedeni belki de benim masallara olan ilgimdendir bilemiyorum; ama okuduğunuz zaman sanırım siz de sürüklenip gideceksiniz. Kısacası yaptığı çeşitlilikle okuyucuyu şımartıyor Serdar Aysev. Evet, şımartıyor. Yeni kitabında ondan beklentilerim bir hayli yüksek. Beklentilerinizi yüksek tutma şımarıklığına nail oluyorsunuz bu sayede.. 

Gelelim kitabımızın konusuna. Kitabımızın konusunu fazla açmayacağım. Kahramanımız Harun, 12 Eylül mağdurlarından. Onu ve çevresindeki insanları çok yakından tanıyacak, psikolojik durumlarını ayrıntılarıyla inceleyeceğiz kitabı okurken. 

Kimi yerler öylesine yürek burkuyor ki bazı zamanlarda okumakta zorluk çektim. Derin nefesler alarak okunabilecek sayfalar vardı. Kimi yerlerde kitaba müdahale etmek geçiyor içinizden. "Böyle olmamalı" ya da "lütfen ilerleyen sayfalar böyle olmasın" diyeceğiniz yerler olacak. 

Heyecanlı, macera dolu bir kitap değil Laf Evi. Kitabın ağırlığı ve ciddiyeti de bundan kaynaklanıyor. Derin kişisel analizler ve duygu yoğunlukları arasında gidip gelmeyi seven okurlara daha çok hitap ediyor kanımca..

Bugün gerçekten çok fazla konuştum. 

Son olarak tekrar belirtmekte fayda var. Eğer ki yazma sanatıyla ilgileniyorsanız, Laf Evi mutlaka okumanız gereken bir kitap. 


Kitapta bir söz öylesine hoşuma gitti ki sizinle paylaşmadan gitmek istemiyorum:





Temur, gider
Perde iner.. 

Selamlar dostlarım :)
(Giderken Serdar Aysev'i sizinle tanıştırmakta fayda var.)




















17 Nisan 2013 Çarşamba

Kararsızlar Kitabı - Mücahit Çalgın

Selam, selam, bir daha selam dostlarım..
Yoğun tempom nedeniyle blogu aksatıyorum. Üstelik iki kitap yorumunun ardından. Ama onca yorgunlukla yapacağım yorum da gerçekten sağlıklı olmayacaktı. Böylesi daha iyi oldu. Kaldı ki, fazla bir inceleyen de yok sanırım. 

Aslında bu hoşuma gidiyor, az olsun - öz olsun. 
Herneyse efendim, beni bıraksanız nutuk üstüne nutuk çekerim. En iyisi iyice dağıtmadan konumuza geçelim.
Eveeeeettt.. Başlıkta da görüldüğü gibi bu oturumda konuğumuz Mücahit Çalgın'a ait Kararsızlar Kitabı isimli kitap. 

Nereden başlasam, nasıl başlasam..
Kitabın tanıtım yazısını okuduğum vakit, içimi büyük bir heyecan dalgası sardı. Çünkü gerçekten iddialı bir tanıtım yazısı vardı. Özellikle:

"Elindeki kitap senin kitabın. Sana özel hazırlandı. Aynısından bir başkasında olma ihtimali çok az. Çünkü sayfalar farklı dizildi." dediğinde beynimin ücra köşelerinde hafiften bir "Alacakaranlık Kuşağı" dizisinin o meşhur notaları yankılandı. 
Yazının devamında: "Kapaktaki soru işaretinin içindeki silüete bakarak soruna yoğunlaş ve on saniye kadar bekle, parmaklarını sayfa kenarlarında gezdir ve kendini hazır hissettiğin anda kitabı yavaşça aç. Cevabın karşında olacak. Soru biçimleri şöyle olabilir: Tatile bu hafta çıksam mı? Onunla konuşmalı mıyım? Bu işe girmeli miyim? Sınavım nasıl geçecek?
Yaşamınızdaki kararsızlıklarınıza cevap olacak güzel bir eğlence.." diyordu.
Kitap elime geçene kadar, 'acaba nasıl bir kitap, yoksa şu eski kitaplarda olduğu gibi şöyle karar verirsen şu sayfaya, yok böyle karar verirsen şu sayfaya geç cinsinden bir kitap mı?' diye diye çok düşündüm.
Nihayet kitap elime geçtiğinde, kitabın yüzünü jelatinini açmadan hafifçe okşadım. 
Kitabı öylesine ciddiye alıyordum ki, ona özel bir zaman dilimi hazırladım. Çayımı, sarma tütünümü, velhasıl kelam keyiflik ortamımı yarattıktan sonra yavaşça jelatinini çıkarıp kitabın kapağında elimi bir daha gezdirdim. Eveeet, ne diyordu kitap:
"Kapaktaki soru işaretinin içindeki silüete bakarak soruna yoğunlaş ve on saniye kadar bekle, parmaklarını sayfa kenarlarında gezdir ve kendini hazır hissettiğin anda kitabı yavaşça aç. Cevabın karşında olacak."
Kitabın hayatımda yeni bir çığır açacağını düşünerek usumda esaslı bir soru oluşturup kitabı açtım. Aman Allah'ım; hayır! Gördüğüm sayfada tek bir cümle vardı ve belirlediğim soru ile tamamen alakasız bir cevaptı. Kaldı ki, kitabı açtığımda tek bir cümleyle karşılaşınca yaşamış olduğum hâyâl kırıklığını siz düşünün. Kitabı iyice incelemeye aldıktan sonra olayı kavrayabildim. Aklınızdan bir soru belirleyip sayfayı açıyorsunuz ve tek bir cümleyle karşılaşıyorsunuz. Yani "Dünyada İlk" diyerek yayına sunulmuş bir kitabın içeriği bu şekildeydi. Öncelikle hafif bir kızgınlık yaşadım ne yalan söyleyeyim; ben kitabı çok ciddiye almıştım. Ama hata bendeydi. Neden mi; çünkü kitabın arka kapağında yazan:
"Yaşamınızdaki kararsızlıklarınıza cevap olacak güzel bir eğlence.." satırını dikkate almamıştım..
Evet, eğlencelik bir kitap; başı ve ya sonu yok. Aklınıza takılan bir soru olursa herhangi bir sayfayı açın ve cevaba bakın. Hepsi bu kadar. 592 sayfadan seçin seçebildiğinizi.. 
"Bu kadar mı Temur?" derseniz, evet bu kadar arkadaşlar. Kitabın içeriğini özetledim, almak ya da almamak size kalmış. Yalnız çocuklarınız varsa onlar için daha eğlenceli bir kitap olduğu da su götürmez bir gerçek.. Meraklı beyinlerin ve şansa inananların belki de başucu kitabı olmaya aday :)

Bugünlük benden bu kadar. Mücahit Çalgın'a buradan teşekkür etmek istiyorum yine de.. Dünyaya yeni bir tarz kazandırdığı için..

Sevgilerim yürekten..

Temur kaçar,
Perde iner..

Eyvallah..


6 Nisan 2013 Cumartesi

Eflatun Cem Güney - Masallar




Selam, Selam, Selam...
Eh, biraz geç geldim; ama insanlık hâli işte. 
Eveeet, sırada Eflatun Cem Güney'in hazırladığı "Masallar" isimli kitabımız var. 
"Ama Temur, oldu mu şimdi bu? Biz güncel kitapları takip etmek istiyoruz, senin yaptığına bak!" deyip söylenen arkadaşlar, bu kitabımız her evde olması gereken bir kitap. O yüzden öne aldım. 
Her neyse kitabımıza geçmeden önce kimmiş bu Eflatun Cem Güney bi bakalım:
Eflatun Cem Güney, geleneksel masallarımızı derleyen önemli isimlerden bir tanesi arkadaşlar. Hatta edebiyatla ilgilenenler onun bir adının "Masalcı Baba" olduğunu da gayet iyi bilirler. Peki neden masalcı baba? Çünkü sadece masal derlemekle kalmamış, kendisi de gayet güzel masallara imza atmıştır. Öyle ki Danimarka'daki Andersen Kurumu yazarımızın "Açıl Sofram Açıl" adlı eserinden dolayı kendisine "Dünya Çocuk Edebiyatı  Onur Belgesi" verdi. Yazarımız bu ödülü daha sonra "Dede Korkut Masalları"yla tekrar kazandı. Bu yüzden Eflatun Cem GÜNEY gurur duyacağımız isimlerden biridir. 

Herneyse kitabımıza geçelim. Kitabımızın kapak resmini koskoca İnternet'te bulamayınca (Kimbilir belki de ben çok beceriksizdim bulamadım) üşenmedim, açtım tarayıcının kapağını bir güzel tarattım; vatana ve İnternet camiasına hayırlı, uğurlu olsun. 

Aslında fikir ve kişisel yorumum yerine aşağıdaki önsözü ve masallardan birini sizinle paylaşsam daha iyi olur gibi geliyor bana. Bir okumaya başlayın isterseniz, ne demek istediğimi anlayacaksınız. Bu arada bu metni http://www.fantastikedebiyat.com adresinden bulduğum için yazmakla zaman harcamadım. Huzurlarınızda siteye ve yazıyı paylaşan Kilgarvan isimli site idari sorumlusuna teşekkür etmezsem çok büyük ayıp etmiş olurum. Büyüksünüz be! Herneyse yazımıza geçelim:





HER MASALIN BAŞI


.
    Bizim de bir masal dünyamız var; uçsuz, bucaksız bir dünya bu! Keloğlan’ı da içine alır, Köroğlu’nu da; peri kızını da içine alır, dev anasını da; seni de içine alır, beni de; gene de bir fındık kabuğuna sığar, yedi dünyaya sığmaz. Hani, şu masal dünyasını bir dönüp dolanayım diye, demir çarık, demir asâ yola düşseniz; dere, tepe düz, altı ayla bir güz gitseniz, bir arpa boyu yol gidersiniz ancak! İyisi mi, gelin derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçerek; lâle sümbül derleyip, soğuk sular içerek; daha da yorulursanız Hızır’ın atına binerek bir tandır başına götüreyim sizi.

,   Vay ne masallar, ne masallar var orada; makas kesmedik, iğne batmadık masallar! Oturup bunları dinlemekle kalkıp şu dünyayı dolaşmak bir bence... Öyle ya, masal deyip geçmeyin; kökleri vardır geçmişte, dayanır durur dağ gibi... Dalları var üstümüzde; yeşerir gider bağ gibi... Ama anlatılacağı gibi anlatılırsa... Zira asıl tadı anlatılışındadır bunların; hele masal ağzıyla iki tekerleyip bir yuvarlamasını bilen masal ustalarından dinlenirse tadına doyum olmaz doğrusu.
.
    Ha, işte bu niyetle sizi bir tandır başına götüreyim dedim ama, bir yer bulabilirsek ne mutlu! Çünkü Allah’ın kışı, tandırın başı olur da kim gelmez. Çağrılan da gelir, çağrılmayan da; haylanan da gelir, huylanan da; ahlanan da gelir, ohlanan da, Kambur Ese de gelir, Sarı Köse de; hâsılı, seyrek basandan sık dokuyana, bir taşla iki kuş vurandan her yumurtaya bir kulp takana kadar kim var, kim yok; sırtı bütün, karnı tok... cümlesi gelir toplanır ama, masalcıbaşıyı masala başlatmak kolay mı?
.
    Mübarek, kendini naza çektikçe çeker; onu söyletmek için her biri bir dereden su getirmeye başlar. Kimi yukarıdan atıp aşağıdan tutar, kimi ağzını yumup dilini yutar; kimi ince eğirip sık dokur, kimi süt dökmüş kedi gibi oturur; kimi akıntıya kürek çeker, kiminin kırdığı ceviz kırkı geçer; daha bir yığın maval, martaval derken masalcımızın çenesi açılır, gayri öyle bir dizip koşar ki, ağzından bal akar, dili de kaymak çalar balın üstüne!
. 
.   İmdi; kalem benim, söz onun; nokta benim, harf onun; okuyun okuyabildiğiniz kadar. Okudukça gönlünüz gül olup açılacak; diliniz bülbül olup şakıyacak.


Eflatun Cem GÜNEY




SEDEF BACI 
..
.
    Benim adım Kamber. Minareden uzun mumbar yedim, içtim doymadım...  Harda, hurda, şurda, burda, tarla, bağda; yedim, içtim, doymadım... Aman bacı, kaldır sacı, yağlı bazlamacı yedim, içtim, doymadım... Dere gibi hoşaflar, tepe gibi pilavlar, ambar ambar yulaflar yedim, içtim doymadım... Denizi çorba ettik, gemiyi kepçe ettik, daha bilmem ne ettik yedim, içtim; davula döndü karnım, ne sakalım tum tum etti, ne bıyığım cum cum etti, dudaklarım bile duymadı. Baktılar ki, dünyayı yesem doyduğum, doyacağım yok, “daha da doymazsa gözünü toprak doyursun” deyip Akdeniz’in martısı, zeytinyağının tortusu, hoştur makarnanın yoğurtlusu... Tepsi tepsi önüme sürdüler ya, sensiz boğazımdan geçmedi. Yükledim bizim uzun kulaklıya, size getiriyordum ama, ırmaktan geçerken kurbağalar vırak vırak deyince, bırak bırak anladım, bıraktım oracıkta... Uzun kulaklının da ayakları mumdanmış, eriyip gitti suda...


    Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Develer tellal iken, pireler berber iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, bir padişah varmış; padişahın da üç oğlu, bir kızı varmış. Babaları dünyayı verseler vermez, tacından tahtından üstün tutarmış onları. Analarının gözünde de oğulları oğul balından tatlı, kızları da kaymak çalıyormuş ya balın üstüne, balına kaymağına doymadan gitmiş yoksa hatuncuk. Koca saray karalara boyanmış ama, kara vezir: 
. .
“A devletlim! Kara gün kararıp kalmaz ya, gayri on parmağını kandil edip yakacak bir ana lazım bunlara!” demiş ve allayıp pullayıp Karakız’ını padişaha vermiş. Vermiş ama, hangi parmağını kandil edip yakacak, kara vezir kızının on parmağında on kara! Allah böylelerinin şerrine uğratmasın. Padişahı avucunun içine alıncaya kadar cariyelerin bile yüzüne gülmüş; velakin saman altından usulca su yürüterek karasını bulaştırmadık birini bırakmamış; ille üvey kızına, ille üvey kızına... Öyle bir yağlı kara sürmüş, öyle bir yağlı kara sürmüş ki, kırk dereden su getirmişler de, yine çıkaramamışlar; öyle ya, iftira dediğin Kaf Dağı’ndan yüce! Babasının bile gözünden düşmüş, ocak başına attırılmış.
.
    Bir var ki bacı kardeş ciğerdir, birbirinden ayrılır mı! Geceleri baş başa verip başlarına gelenleri bir söyler, iki dökerlermiş. Günlerden bir gün yine birbirlerine dert yanarlarken, üvey anaları olacak, uğrun uğrun gelip de kapıyı, bacayı dinlemesin mi! Kuzgun misali üstlerine yürüyerek: “Bre baş belaları, demiş; yine baş başa verdiniz de ne çorap örüyorsunuz başıma? Durun bir, öyle bir ayın oyun edeceğim ki size, felek de beğensin.”
.
    Meğer kara vezir kızının sade on parmağı on kara değil, büyücülük de geliyormuş elinden... Önce, nasıl büyülemişse büyülemiş onları... Sabah sabah üç şehzadenin üçü de birer kuş olup kanatlanmasın mı? Kara yazılı bacıları neye uğradığını bilememiş. Bir gözü havada bekleyip durmuş ama, ne bir kanat sesi, ne bir kardeş nefesi... Cümle kuşlar yuvalarına dönmüş, onlar dönmemiş. Gayrı, saray başına zindan olup:
.
    “Ya dağ dağ dolaşır bulurum; ya da araya araya yollarda ölürüm; dünyaya geldim de ne buldum sanki!” demiş ve o gece sular uyurken fedai başını alıp yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş; dere tepe düz gitmiş; altı ayla bir güz gitmiş, gide gide bir dağın tepesine yetmiş; aklı karalı kuşlardan kardeşlerini sormuş ama, dizi dizi uçup gitmişler de ne bir ağız, ne bir dil, ne de kanatlarından bir tel vermişler ona. Güvendiği dağlara kar yağınca, gözlerinden süyüm süyüm yaş döküp öyle bir ah ü zar etmiş ki bu bahtı kara kız, acep yürek olur da dayanır mı ola...
.
    Allah’tan olacak, bir de bakmış ki, ne görsün? Üç kuş, üçü de ak kuş, başının üstünde dönüp dolanıyor! Hemen kollarını açmış ama, hiçbiri gelip de dalına konmamış, döndükçe dönmüşler başında...

   Sihir bu ya! Meğer üvey anaları bunları öyle bir kuşa benzetmiş, öyle bir kuşa benzetmiş ki, gün batıp da sular karardı mı ete kemiğe bürünüyor; insan  olup görünüyorlarmış. Gün doğup da ortalık ağardı mı tüye, teleğe geliyor; kanatlanıp uçuyorlarmış.
.
   Ha işte o gün, döne döne yorulan,yorula yorula dönen bu üç kuş, ortalık kararınca üç kardeş olup bacılarının etrafını almış; başlamışlar birbirlerinin yüzünü gözünü öpmeye ve başlamışlar başlarına gelenleri sayıp dökmeye, gayrı gözlerine uyku girer mi? Şafak sökerken:
.
   “Bacı, demişler, bu kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerde mesken tutup da ne yapacağız? Bu dağın ötesinde bir göl, gölün ortasında bir ada, adanın ortasında da bir oda var, çam kokularıyla örülmüş, kuş sesleriyle döşenmiş bir oda; insan, değme saraylara değişmez onu. Gün doğunca seni kanatlarımıza alıp oraya götürsek nasıl olur? Dağda belde seni bir yardan atarız diye korkma sakın; bindiğin kanat, kardeş kanadıdır, üvey ana parmağı değil!”

    Sedef Kız’ın canına minnet! Sabah sabah üç kardeş üç kuş olup kanat kanada vermiş; o da bu kanatların üzerine binmiş, süzülmüşler göğe doğru... Ve bir göz yumup açıncaya dek, inmişler inecekleri yere! Doğrusu cennet gibi bir yermiş ama, kızcağız ne dal dal ağaçlara elini uzatmış, ne bal bal meyvelere... Kardeşleri pır deyip de havalanınca göklere, o da kendini atmış göllere. Meğer, gölün suları her derde deva, her hastalığa şifa imiş. Sedef Kız, “arılık duruluk!” deyip de dalınca bir, ne alnının karası kalmış, ne yüzünün karası!
.
    Kuş kardeşleri yazıdan, yabandan dönüp de, onu öyle “sütten ak, sudan pak” görünce, sevinçlerinden deli divane olmuşlar: “Bacı bacı; aklardan ak bacı; seni üvey ananın yarasından, beresinden kurtaran Allah; bizi de onun tüyünden teleğinden kurtarırsa, gayrı ömrümüz boyunca bu zümrüt sarayda güllerle gün, bülbüllerle düğün eyleriz!”
.
    Demişler, kim bilir daha da ne diller dökmüşler birbirlerine; sonra gözlerine uyku dolup da süzüm süzüm süzülünce, her biri uzanmış kendi yerine... İnsan, ne hülya ile yatarsa, o rüya ile uyanır derler... Önce yedilerden mi, kırklardan mı biri görünmüş Sedef Kız’ın gözüne: “Kızım demiş; ayrık otundan birer gömlek örer de giydirirsen kardeşlerine, evvel Allah büyüleri bozulur, yine insan olup insan içine çıkarlar ama, bir var ki bunları örüp bitirinceye kadar kimseyle dünya kelamı etmeyeceksin. Haydi şimdi, anlam, dinle güveniyorsan başla!
.
    Sedef Kız uyanmış, rüyasına inanmış; gayrı vakit, fırsat fevt eder mi? Kardeşleri uçup gidince, o da tutam tutam ayrık otu toplayıp, birim birim gömlekleri örmeye başlamış. Akşam üstü kardeşleri dönüp de onu öyle ağızsız, dilsiz örgü örer görünce bunu bir mânaya yoramayarak:
.
    “O üvey ana olacak kara cadının eli her yere uzanır; dili her yana döner. Sakın ola, bu kızın yüzündeki yüz karası silinirse, dilinde de dil yarası çıksın, diye, büyü üstüne büyü yapmış olmasın?” deyip, arı gibi her çiçeğe konmuşlar, derde deva ot koymamış yolmuşlar ama, bacıları ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden...
.
    Kuş kardeşlerinin hayalden, düşten haberleri yok ya, hele onlar devasını arayadursun, bir gün bir padişahın oğlu, o taraflarda salınıp seyran ederken, yamaçtan yamaca Sedef Kız’ı görmüş, gözlerine inanamamış. Hemen atını o yana sürmüş, “hangi dağın gülü, hangi bağın bülbülü” olduğunu sorup soruşturmuş ama, ağzından bir çift söz alamamış. Bir bakmış: “Peridir bu!” demiş; bir bakmış “dil bilmezin teki” demiş. Ama ne olursa olsun, padişah oğlu Sedef Kız’a öyle bir vurulmuş ki, hemen toy düğün etmeyi kurup, kendi eliyle bindirmiş atına. Yolda üç kuş peyda olup başının üstünde uçmaya başlamış; günden güneşten korumak ister gibi... Bu üç kuşun üç kardeş olduğunu bildiği yok ya, padişah oğlunun garibine gitmiş bu... Neyse, az gitmiş, uz gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, gün akşam olmadan varıp saraya yetmişler.
.
    Padişah, oğlunun bir dediğini iki eder mi, hele böyle mürüvvet görecek olduktan geri... Daha o akşam davullar dövülmüş, düğünler kurulmuş ama, gel gelelim Sedef Kız, ne allar giymiş, yeşil üstüne; ne kınalar koymuş, sedef üstüne. İlmek üstüne ilmek atıp, gömlek üstüne gömlek örmüş, bir gün olur, rüyalarım çıkarsa diye...

    Meğer gözdelerden biri, onu göz altına almış, her halini yazıp defter ediyormuş. Akşamın bir vaktinde padişah oğlunun yanına çıkıp: “A benim şehzadem demiş; şu senin nişanlın olacak kız ne bir peri, ne de dil bilmez biri... Lamı, cimi yok, ya büyücü, ya sihirbaz! Gündüzleri üç kuş gelip pencereye tık diyor; geceleri has bahçeye çık diyor; o da o saatte çıkıyor ve neden sonra ayrık otu toplayıp dönüyor, dönüyor ama, kim bilir başınıza ne çoraplar örüyor."

   Padişah oğlu, Sedef Kız’ın üstüne bir toz kondurmak istememiş ama, üç gün üç gece kollayıp da, söylenenlerin harfi harfine doğru olduğunu görünce, neye uğradığını bilememiş. Hemen çağırıp sorgu, suale çekmişler, ama, biçare kız, ne örgüsünü bırakmış elinden, ne de bir kelam çıkmış dilinden; her sorulan, bir damla yaş olmuş gözünde... Ve lâkin onun gözüne, göz yaşına kim bakar gayrı... “Sükut ikrardır!” deyip büyücülüğüne hükmetmişler; “böylesi güzelin, güzelliği başını yesin” deyip, başını istemişler cellattan.
.
    Cellat başı, son vasiyetini sormuş kızın, yine bir ses çıkmamı dilinden. Cellat başı “vaktine hazır ol” demiş, yine örgüsünü bırakmamış elinden. Derken derken, üç kuş gelip başının üstünde dönmeye başlamış. Cellat başı akı karayı yitirip, ne yapıp yakıştıracağını düşünüp dururken, Sedef Kız da gömleklerini örüp bitirmiş ve tutup bunları bir bir kuşların üzerine atmış. Hikmeti hüda, bu üç kuşun üçü de filiz gibi birer delikanlı olup bacılarının boynuna sarılmış. Görenler bunu da büyü mü sanmış, ne sanmışlarsa parmakları ağızlarında kalmış. Ha işte o zaman Sedef Kız’ın ağzı dili açılıp:


    “Cellat başı, cellat taşı yerinden kaçmıyor ya, önceden önce beni padişahın huzuruna çıkar. Başıma gelenleri bir bir ona dökeceğim gayri... Yine de başıma ferman eylerse, ne yapalım, boynum kıldan ince...” demiş ve gidip üvey ananın yüzünden çektiklerini iki göz, iki pınar anlatmış padişaha.
.
    Padişah, Sedef Kız’ın sedeften de arı bir kız olduğunu anlayıp kendi oğluna almış. Üstelik, üç kızını da, Sedef Kız’ın üç kardeşine vermiş. Bunlar kırk gün kırk gece düğün eylerken, öte yandan üvey anaları olacak kara vezir kızının kırk katıra mı, kırk satıra mı verildiği haberi gelmesin mi! Eee, eden bulu, etmeyenler erer muradına, biz çıkalım kerevetine. Gökten üç elma düştü; üçü de başkalarının alnına kara sürmeyenlerin başına!


                                               
                                                    KİŞİSEL YORUM

Valla sizi bilmem; ama ben sıkılmadan, keyifle okudum. Kitabın öyle güzel bir anlatımı var ki ben basit okuyucu kimliğimle bir eleştiride bulunursam hıyarlık etmiş olurum. Bunun yanısıra kitapta artık unutulmaya yüz tutmuş o kadar çok deyim ve atasözleriyle karşılaşacaksınız ki: "Vay halasını, ben bunu daha önce hiç duymamıştım" deyip gülümseyeceksiniz. 

Eflatun Cem GÜNEY masalları her evde bulunması gereken önemli bir kültür hazinesi. Bu kitabı kendinizden mahrum etseniz bile çocuklarınıza böyle bir şey yapmayın. Temin edin, alın dursun bi köşede. Canınız sıkıldığında illâki gözünüz değecek bu kitaba ve masalın birini okuduktan sonra dudağınıza bir gülücük iliştiğini göreceksiniz. 


(Ya bu arada blogun yazı puntoları konusunda bir sıkıntısı var; yazı gözünüzü zorluyorsa kusura bakmayın; ama "yok ille sövmeden edemeyeceğim" diyen arkadaşlar lütfen hedef olarak Blogger'in sistemine kilitlensin..)
Herneyse, bu gece acayip çok konuştum beyler, bayanlar; abiler, ablalar...
Sürç-i lisân ettiysek affola.. 
Hadiyin Temur kaçar..

Sevgilerim yürekten..

4 Nisan 2013 Perşembe

Kabil - José Saramago



Efendiiiiim, gündeme aldığımız kitap Kabil. Lâkin öncelikle yazarımızı kıyısından köşesinden azcık tanıtalım di mi.. 
José Saramago, makinistlik eğitimi almış, gel zaman git zaman nasıl olduysa teknik ressamlık, ordan da redaktörlüğe (redaktörlük mü ne? Hemen tanımını yapalım: Bir metin üzerinde gereken düzeltmeleri yaparak yazıyı yayıma hazır hâle getiren kimse), redaktörlükten editörlüğe (Editörlük, yazıyı yeniden düzenleyen kimselere denmekte olup redaktörlükten farkı kitabın tamamen yönetmeni konumunda olması) ve çevirmenliğe kadar ilerletmiş işi. İnsan "Vay be, helal olsun" diyor. Ben dedim valla, siz de deyin! Neyse.. Sonrasında bir - iki gazetede kültür editörü olarak da çalışmış. Bu da kesmemiş, Portekiz'in Yazarlar Birliği'nin yönetim kurulunda da görev almış. Sonrasında kendini tamamen kitaplara vermiş. Bakmış, yaşadığı yer artık açmıyor; hemen benim yapamadığımı yapmış, gitmiş Kanarya Adaları'na yerleşmiş. Sonrasında başlamış yazmaya, başlamış yazmaya.. Ha, iyi mi yapmış; hem de çok iyi yapmış. Nobel Ödülü alacak kadar üstelik. Neden mi? Bir kere gerçekten kendine özgü bir tarza sahip. Anlatımında yaramaz bir çocuğun zeka pırıltıları danseder yazarın. Bir bakmışsınız yazarla içli dışlı oluvermişsiniz. O yüzden sever ve takdir ederim yazar José Saramago'yu. 
Eh, artık kitaba geçebiliriz di mi?
Kitap "Saçmalıklar Kitabı" olarak not ettiği bir alıntıyla başlıyor. Lâkin "Saçmalıklar Kitabı" dediği İncil. Bu konuda tasvip etmedim Saramago'yu. Hani, inanan var inanmayan var. Biraz daha saygı çerçevesinde yaklaşabilseydi en azından dinî kesimden insanların da henüz ilk sayfada tepki ve önyargılı yaklaşımlarına mâruz kalmazdı. Ama ne diyelim; yapmış bi kere ki, aslında bu onu çok yapıyor. Herneyse.. Alıntımıza geçelim. Alıntı İbranilere Mektup 11: 4:
"Habil, imanla, Tanrı'ya Kabil'den daha iyi kurban takdim etti ve onun hediyeleri hakkında Tanrı şehadet ederek bununla şahid olduğuna şehadet olundu ve ölmüş olduğuhâlde bu vasıta ile hâlâ söylüyor."

(Kitaptaki çeviri bu şekilde..)

Evet, hikayemiz bunun üstüne kurulmuş. Hâbil, Kabil ve Tanrı arasında geçen durum Kabil'in gözüyle anlatılmış. Kabil'in Habil'i neden öldürdüğü, Tanrı'ya neden öfke duyduğu, Habil'i öldürdükten sonra alıp başını gidişini, gittiği yerde nelerle karşılaştığı José Saramago'nun kurgusuyla okuyucuya sunulmuş. Kitapta beklemediğiniz kişilerle de karşılaşabiliyorsunuz. 
Konu José Saramago'nun kurgusuyla işlenmiş; oldukça eğlenceli bir kitap. Eğlenceli olmasının nedeni de başta belirttiğim gibi José Saramago'nun kullandığı muzip anlatım. Okurken "Vay be, adamdaki hâyâl gücüne bak!" dedim, siz de deyin; uyum içinde gidelim :)



Kitapta neler anlatıldığını kısa ve öz bir şekilde de olsa anlatmayacağım ki alıp okuyasınız. Alıp okumaya değer bir kitap bence. 



Eh, son olarak yazarımızın fotoğrafını da koyalım ki sağda - solda görürseniz "Aaaa José Saramago!" diyebilesiniz.. 






Eveeett, artık kaçılsın di mi?
Ben gene gelirim efendim. Ben gelene kadar, hatta ben geldikten sonra bile kendinize iyi bakın.
Yüreğinizden yaşama sevinci, gözlerinizden umut eksik olmasın!
Hadiyin eyvallah..


Selam ile Başlayalım Yola


Efendiiimmmm...
Fazla lakırdıyı sevmem aslında ama bazan da konuşmak icap ediyor ister istemez. Bloğun adından da anlaşılacağı gibi, okuduğum kitaplar hakkındaki kişisel yorum ve eleştirilerimi yayınlayacağım. Ha, çok mu önemli bir iş yapıyorum; hayır. Peki niye yapıyorum? Boş vakit buldum sanırım ondan.
Bu arada altını çizmek istediğim bir husus var:

Okuduğum kitaplar hakkındaki eleştiri ve yorumlarım tamamen kişiseldir. Ben sevmem, siz seversiniz; siz seversiniz, ben sevmem... Bunlar elbette olacaktır. 
İş bu nedenden ötürü yaptığım eleştiri ve yorumlar tamamen yazarlara yöneliktir. 

Eeee, sıkıldım artık; hadiyin başlayalım..